Yine yerimde duramayıp kendime iş edindiğim 'ünlülerle röportaj yapma' projemin ilk basamağı için harekete geçtim. Onu arayıp, "Tanınmış biriyle röportaj yapmam gerekiyor,” dediğimde, “Ben miyim
tanınmış? Seni daha medyatik birine yönlendireyim!” diyecek kadar mütevazı olan birini tanıyacaksınız bu röportajla. Şeker, dünya tatlısı, enerjik, cıvıl cıvıl... Bu güzel sıfatları daha da
çoğaltabilirim. “III. Richard”ın York Düşesi, “Şahane Düğün”ün oyunu alıp
götüren ve seyircinin gönlünde taht kuran Julie’si. Trabzon Devlet Tiyatrosu
sanatçısı Banu Manioğlu, tüm bu rol kişilerinden sıyrılıp geçen gün benimle buluştu.
Onunla tam anlamıyla “her şeyi” konuştuk. Hakkında bilmediğimiz ne çok şey
varmış meğer. Şaşıracağınız pek çok açıklamada da bulundu. Röportajın sonunda, ona bunun benim ilk röportajım olduğunu söylediğimde, tüm
içtenliğiyle gülümseyerek karşılık verdi: “Benim de ilk röportajım."
"ROLLERİMİN HEPSİ BENİM ÇOCUKLARIM. ÇÜNKÜ SEN BU ROLLERİ KENDİNDEN ÇIKARIYORSUN. KARAKTER YARATMAK DEMEK DOĞUM YAPMAK DEMEK ASLINDA. KİMSE SANA DIŞARIDAN BİR ŞEY YÜKLEMİYOR. SEN İÇİNDEKİNİ DIŞARI ATIYORSUN."
Öncelikle sizi biraz daha yakından
tanıyabilir miyiz? Tiyatrocu kimliğinizin şekillendiği gençlik yıllarınızı
Trabzon Devlet Tiyatrosu’nun kadrosuna dahil olduğunuz bugüne bağlayan bir
köprü kurmanızı istesem...
Elbette.
Ben 1973 yılında Trabzon’da doğdum. İlk, orta, lise tahsilimi Trabzon’da
yaptım. Ondan sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Oyunculuk Anasanat Dalı’nı kazandım, Trabzon’dan çıktım. Dört yıl Ankara’da
eğitimimi aldım. Eğitimimi alırken orada, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda
sözleşmeli çalışmaya başladım. Öğrenciyken. Çok da güzel bir projede çalıştım
hem de. Yücel Erten yönetiminde ve rejisinde; Bertolt Brecht’in bir oyunu, bir
müzikal: “Mutlu Son”.
İlk oyununuz o muydu?
Aslında ilk
oyunum o değil. “Mutlu Son” için kuruma girdikten sonraki ilk oyunum
diyebilirim.
O zaman ilk oyun deneyiminiz öğrencilik
yıllarınıza dayanıyor? Lisede mi sahneye çıktınız ilk kez?
Liseden
mezun olduktan sonra, burada (Trabzon’da) Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün
tiyatro kulübü vardı. Onunla başlamıştım aslında. Ama çok devam ettiremedim.
Oyunun provasında rol aldım; prömiyeri Denizli’de, o zamanki bir gençlik
festivalinde yapacaktık. Fakat şehir dışı ve yaşım küçük olduğu, annem de böyle
bir şeye çok sıcak bakmadığı için bu proje maalesef hayata geçemeden bitti benim
için. 1987 yılında, ben daha Ankara’ya gelmeden Trabzon’da devlet tiyatrosu
açıldı. O devlet tiyatrosunun oyunlarına gidip gelirken dönemin müdürü benim
tiyatro sevdamı fark etti ve “Sen bizimle bir çalış,” dedi.
Vay canına! Seyirci koltuğunda
otururken keşfedilen ilk kişi sizsiniz herhalde?
Çünkü
sürekli tiyatroya giderdim, müdür de oyun esnasında sürekli seyirciyi takip
ediyordu. Tiyatroya o kadar yoğun bir talep yoktu o zamanlarda. Gelen izleyici
kendini belli ediyordu. Ben de oyunlara ilgili olduğum için, “Aaa bak, genç bir
çocuk var, tiyatroya da sevdalı,” diye demek ki fark edilmişim. Şans diyelim
buna. O müdür beni burada ilk defa bir oyuna aldı, bir hizmetçi rolüne yine
(Gülüyor: Röportaj öncesinde “Şahane Düğün”deki kat görevlisi Julie’yi canlandırdığı
performans hakkında krizlere girmiştik)! Moliere’in “Tartuffe”si.
İlk oyununuz... Çok güzel bir
başlangıç yapmışsınız...
Evet, evet.
Devlet tiyatrosunda sahneye çıktım, kadroda adım geçti, sigortam başladı...
“Tartuffe” ile başlamış oldum yani. Bu oyunu oynarken beni çalıştıran, ama şu
anda hayatta olmayan çok sevdiğim değerli hocam, arkadaşım Arzu Gündüz Balcı,
“Sen tiyatro sınavlarına girdin mi hiç?” diye sordu. Ben hiç böyle bir şeyden
haberdar bile değildim. Bana anlattı, “Ben seni hazırlayayım,” dedi. “Sen
tiyatro oku.”
Üniversiteye giremediniz mi?
Giremedim,
çünkü o dönemde ben hukuk veya basın-yayın olsun istiyordum –daha doğrusu
annemin bu isteği ağır basıyordu–, sözel öğrencisiydim. Ama puanım yetmedi.
Aklımda turizm ve otelcilik vardı. Dil öğrenmek istiyordum. Daha birebir
ilişkiler ilgi alanımı çekiyordu benim. Ama buna da annem pek sıcak bakmıyordu
yine, her zamanki gibi. Puanım ona da yetmediği için yazamadım zaten. Bu esnada
Arzu beni çalıştırdı, ben annem izin vermediği halde sınava girdim ve ilk
girdiğim sınavda da kazandım. Ankara’da öğrenci oldum. Dört yıllık eğitimim
sırasında da bir dönem Ankara Devlet Tiyatrosu’nda “Mutlu Son”da rol aldım
işte. Okulumu bitirince tekrar Trabzon’a döndüm, çünkü burada da devlet
tiyatrosu vardı ve benim niyetim de zaten devlet tiyatrosu oyuncusu olmaktı.
Çünkü ben tiyatroyu devlet tiyatrosu sayesinde tanıyorum, öğreniyorum,
seviyorum. Kendi şehrimde, o kurumun bir elemanı olmak istiyorum.
Duygularınızı ne kadar güzel, ne
kadar içten ve sıcak anlatıyorsunuz...
İşte
böylelikle bir yıl Trabzon’da çalışıyorum. O bir yıl içinde, büyükşehirden
sonra tekrar küçük bir şehre dönmek bana zor geliyor. Benim Ankara’ya gidip
döndükten sonra bulduğum Trabzon, beni kesecek bir şehir değil, öyle diyelim.
Sonra ben, gene annemin izni olmaksızın (Gülüyor), İstanbul’a yerleşme kararı
alıyorum. Annem; Banu hukuk, gazetecilik ya da tüm bunları kazanamıyorsa
öğretmenlik okusun istiyor; ama ben de bunları istemiyorum. Ha istiyorsam bile
puanım yetmiyor.
Belki de sahne tozunu bir kere
yuttuktan sonra bu diğer meslekler size çok sönük geliyor?
Doğru
söylüyorsun. O biraz da kanalize olmak, o işe çok gönül vermekle alakalı.
Tiyatrolara gide gele herkesin tiyatro yaptığını görünce ben de yapmak
istiyorum, iyi bir işim ve kariyerim olsun istiyorum.
İyi ki de başka bir mesleğe gönül
vermemişsiniz.
Bence de,
ben de senin gibi düşünüyorum. İstanbul’a gidince üç yıl devlet tiyatrosunda
bir sürü oyunda çalışıyorum, yine sözleşmeli olarak. Kurum sınav açmadığı
müddetçe kural gereği kadroya geçemiyorsun çünkü. Neyse işte, ben bu dönemde
özel sektörde de yer alıyorum. Dublaj –bazı yabancı filmlerin Türkçe
seslendirmelerini yapıyorum–, reklam, bazı filmlerde çok küçük olan yan roller...
TRT İstanbul Radyosu’nda arkası yarınlarda da yan rollerde yer alıyorum.
Bayılırım arkası yarınlara... Sadece
duyduğumuz seslerle kafamızda kurduğumuz dünyada insanları, çevreyi biz
oluşturuyoruz. Demek radyo tiyatrosu da seslendirdiniz?
Ama benim
ve benim gibilerinki çok küçük rollerden ibaret... Zaten bizi büyükler bu iş
için teşvik ediyor. Bu sayede hem büyükşehrin zorlu şartlarında paramızı
kazanıyoruz, hem çevre ediniyoruz, hem de işimizi yapıyoruz.
Sonrasında ne oluyor?
İstanbul’daki
bu üç yıllık serüvenim sonrasında devlet tiyatroları sınav açıyor, sınava
giriyorum ve Sivas Devlet Tiyatrosu’nu kazanıp Sivas’a gidiyorum.
Hayırlı olsun!
Artık
profesyonel yaşamım Sivas’ta başlıyor. Toplam altı yıl orada çalışıyorum. Sonra
bu altı yıllık zorunlu hizmetten sonra memleketim olan Trabzon’a tayinimi
istiyorum –Babamı 12 yaşımda kaybetmiştim, annemle yaşıyorum–. Son iki yıldır
da şimdi burada aktif olarak oyunculuk yaşantımı devam ettirmekteyim.
Banu Manioğlu, Trabzon Devlet Tiyatrosu'nda sergilenen "III. Richard"da York Düşesi rolünde...
Yine aynı sahnede Banu Manioğlu "Şahane Düğün"de kat görevlisi
rolündeki Julie ile seyirciyi kahkaha krizine sokmuş ve bu
performansıyla şehirde uzun süre konuşulmuştu...
Oynadığınız tiyatrolardan en
popülerlerinin isimlerini alabilir miyim?
Burada
“III. Richard”, bir çocuk oyunu olan “Bay Benek ve Kedisi Miyav”, “Şahane
Düğün” olmak üzere şimdiye dek üç oyunda rol aldım. Sivas’ta “Rumuz Goncagül”,
“72. Koğuş”, “İkinci Caddenin Mahkumu”, “Sevgili Doktor”, “Romeo ve Juliet”
oyunlarım en bilinenlerden...
Juliet rolünde miydiniz?
Hayır,
Juliet’in annesi (Gülüyor)! Bu işte, biliyorsun, plastik yani görüntü çok
önemli. Sonuçta benim görüntüm kendi yaşıtlarıma nazaran daha büyük gösterdiği
için ben esas rolleri değil de esas rollerin anneleri, ablaları rollerinde
oynuyorum.
Bunu yazmayacağım. Bence hiç de öyle
değil.
Yok
yazabilirsin, benim için bir sakınca yok. Bu bir tiyatro gerçekliği.
Peki, yani baştan beri vardı bir
tiyatro sevdası? Böyle bir meslekte olacağınız belliydi?
Belki de
hep vardı, ben bilmiyordum.
“Ben bu mesleği yaparım” bilinci ne
zaman oluştu?
“Tartuffe”yle
birlikte. Arzu da, nurlarda yatsın, “Sen bu işi yapabilecek kıvamda birisin,”
deyince, evet, ben bu işten para kazanabilirim bilinci oluştu.
Bir soru kökünden kaç tane küçük
soru oluşuverdi kendiliğinden... İkinci sorumu şimdi soruyorum: “Uluslararası
Karadeniz Tiyatro Festivali”ni geride bıraktınız. Nasıl bir yorgunluk var
üstünüzde? Tatlı bir yorgunluk mu? Yoksa bu iş sizi oldukça yordu mu? Bir de
siz hem oyuncusunuz hem de bu işin arka kısmındaki başrolü de mi üstlendiniz bu
sene?
Festivalde
gönüllü olarak çalışıyorum. Festival Trabzon’da “Uluslararası Karadeniz Tiyatro
Festivali” adı altında yapılıyor. Ve biz Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncuları
olarak festivali yapmakla zaten yükümlüyüz ama özel olarak benim de ayrıca bir
ilgim var. Şöyle ki; benim gidip de yurt dışında oyun izleme şansım çok yok.
Malum, devlet memuruyum, aldığım maaş ortada. Bu kadar çok ülkenin bir araya
gelmesi, o oyuncularla bir şekilde tanışmak, sohbet etmek, onların yaptığı işin
gerisini, mutfağını görmek beni çok mutlu ediyor. Çünkü ben sadece benim
yaptığım tiyatroyu biliyorum. Dünyada tiyatro nasıl yapılıyor, işte onu cidden
merak ediyorum. Ve gördüm ki insanlar cidden çok zor şartlar altında çok güzel
işler çıkarabiliyorlar. Mesela bu sene izlediğim Afganistan’ın oyunu beni çok
etkiledi. Hem de çok derinden. Özellikle ondan bahsetmek istiyorum.
Afganistan’da kadının gördüğü zulüm, şiddet ve işgalle ilgili insanların
yaşadığı dram anlatılıyordu oyunda. Ve bunu Afganistan’da insanlar oturup
çalışmışlar, ama bir sahneleri bile yok. Bu oyunu bir ofiste çalışmışlar ve o
ofisten sonra ilk defa sahne olarak Trabzon’a gelip bunu sahneleme fırsatı
bulmuşlar. Bu oyuncular profesyonel bir topluluğun üyeleri de değil; amatörler.
Zaten 15, 17, 18 yaşlarındaki üç kız oynadı ve bir de oyunun hem yazarı hem de
yönetmeni olan 25-30 yaş aralığındaki bir başka bayan geldi.
Bu... Müthiş bir azim, heves...
Olağanüstü bir olay!
Evet.
Onlarla tanışmak, yapılan işi konuşmak ve yapılan işi izlemek çok büyük bir
mutluluk verdi bana. Festivallerin amacı bu işte. İnsanlar dünyada neler
yapıyorlar ve sen buna birebir tanık oluyorsun. Çok mutlu oldum ben. Bu sene
hepsinin otele giriş çıkışları, sorumlulukları bana aitti. Onlarla yemeğe bile
çıkabilme şansı yakaladım.
Epey yorulduğunuz belli ama tatlı
bir yorgunluk sanki?
Evet, ama
cidden büyük bir yorgunluk var üzerimde. 12 ülke geldi, 15 günde ağırladık.
Kadrosu 20-21 olan ülkeler vardı. Otelde hepsi bir aradaydılar.
Tiyatroya ilginin günümüzde arttığı
bir gerçek. Ama bu artışın sebebi ya da ne yönde olduğu konusunu biraz
irdelemek istiyorum ben. İnsanlar neden geçmişte gelmedikleri tiyatroya
günümüzde koşa koşa geliyorlar? Acaba maddi kolaylıklar sayesinde mi?
Tiyatro
bize okulda “bir eğlence aracı” olarak öğretildi. Tiyatronun temel amacı
insanları eğlendirmektir. Ama eğlendirmek sadece güldürmek demek değildir.
İnsanlar her türlü eğlenebilir. Şimdi bu sohbet de seni eğlendiriyor olabilir;
ki beni eğlendiriyor. Ama gülmüyoruz değil mi? Trabzon’da tiyatro öğrenci için
3, sivil için 5 lirayken gidilemiyorsa bu, cidden üzerinde düşünülmesi gereken
bir konudur. Tiyatroya evet, müthiş bir artış var. Ben tiyatroya olan bu
artışın nedeninin tiyatro biletlerinin fiyatlarıyla da doğrudan alakalı
olduğunu düşünüyorum.
Acaba bu sadece Trabzon’da mı böyle?
Altı yıl
Sivas’ta çalıştım, orada da böyleydi. Ya zaten bir müddet sonra seyirci, ilinde
böyle bir yerleşik tiyatro topluluğunun varlığından haberdar oluyor, onun
oyunlarından haberdar oluyor. Bir oyun çok hoşuna gidiyorsa o oyuna birden
fazla gitme lüksü oluşuyor. Ama bir özel tiyatro topluluğunda bir oyunu 50,
belki 100 liraya gidip izlemek zorunluluğunda olan insan ona ya gidemiyor ya da
bir defa gidebiliyor. Genel için konuşuyorum tabii.
Özel tiyatroların biletleri pahalıya
mı satılıyor sizce? Bu abartılı ve yanlış bir şey mi?
Yanlış
değil ama ben özel tiyatroların (maddi anlamda) herkese hitap ettiğini
düşünmüyorum. Ben bile, birçok oyuna iki defa düşünüp gidebiliyorum. Çok
sevdiğim tiyatro topluluklarının oyunlarına bile.
O zaman devlet tiyatrolarına olan
artışın sebebini maddi anlamdaki rahatlamada mı aramalıyız? Bence insanların
rahatlama, dertlerinden bir süreliğine de olsa sıyrılma ve farklı bir ortamda
farklı bir şey izleme istekleri de bu artışta büyük bir etken. Ve tabii
insanların zevkleri günümüzde daha gelişmiş de olabilir.
Elbette,
herkes kendini buluyor tiyatroda. Kimisi bilgilenmek için gidiyor, kimisi eseri
biliyor, kimisi oyunu başka bir yerde izlemiş ve “Acaba bu topluluk nasıl
oynamış?” düşüncesiyle gidiyor, kimisi dediğin gibi gülmek ya da deşarj olmak
için gidiyor. Mesela bu sene oynadığımız “Şahane Düğün”de bir durum komedisi
vardı ve insanlar, öyle bir duruma düşmüş insanları izlemekten büyük keyif
aldılar ve gelip bunu izleyip güldüler. Bu durum demek ki seyirciyi mutlu ediyor
ki aynı oyunu izlemeye defalarca geliyorlar.
"BEDENİMİ VE RUHUMU ZORLAYAN ROLLERİ SEVİYORUM."
Rolün oyuncunun üstüne yapışması
denen şey sizce gerçekten de var mı, yoksa yeteneksiz oyuncuların uydurdukları
bir savunma mekanizması mı?
Maalesef
böyle bir gerçeklik var. Oyuncuya tipine göre, ruhuna göre sürekli rol
biçiliyor. Mesela benim orta boylu, biraz toplu olmam sürekli abla ya da anne
rollerine uygun düşmemi direkt olarak kafada doğuruyor. Bu yapışma işi bir
taraftan evet, doğru. Ben de bir cast yapmaya kalksam karşımdaki oyunculara
göre davranırım.
Ama ben belki esas rolü oynamak
istiyorum? Yani oyunculuk kariyerim boyunca bana hep aynı tip roller gelecekse
bunun ne anlamı var ki? Her seferinde kendimi tekrar etmiş olurum? Ki bu bence
bir oyuncunun düşeceği en büyük hatadır.
Bu
alternatifler de şöyle sunuluyor: Sen bir proje içinde eğer performansınla
birinin dikkatini çekmeyi başarmışsan o kişinin kafasında, “Aaa bak, bu kişi o
rolü de oynayabilir,” düşüncesi doğuyor. Bir sonraki projede belirleyici olan
tabii ki gene oyuncunun kendisi oluyor. Yani oyuncuların bir kısmı dediğin gibi
belki arkalarına gizleniyorlar bazı şeylerin (Rolün oyuncunun üstüne
yapışmasının bir savunma mekanizması mı olduğunu sorduğum soruya yönelik cevap
veriyor), “Bana hep bu rol veriliyor!” diyorlar sonra da. Ama sen de yeteneğinin
o kadarını gösterirsen, o kadarlık rol gelir önüne. Rolünün içinde başka bir
yeteneğini de gösterirsen eğer, bir sonraki rolün biraz daha parlak bir şey
olabilir.
Biraz da oyuncunun ekip içinde
ışımasıyla ilgili bir şey yani?
Biraz da.
Ama rolün üzerine yapışması, devlet tiyatrolarında kadro maalesef az olduğu
için başımıza gelebiliyor. Mesela biz şu an burada yedi kızız. Yani yedi kızın
içinden seçsen seçsen, döndürüp dolaştırsan, bin takla da attırsan sana yine
ikinci, üçüncü kez aynı rol gelecektir. Maalesef bu böyle.
Peki ya sizin üstünüze yapıştığını
düşündüğünüz bir rolünüz oldu mu bugüne dek?
Yok, bana
genelde büyük roller geliyor ama içerikleri farklı oluyor. Mesela bu sezon bir
hizmetçiyi oynadım, yaşı belli değildi, ama önemli de değildi. Fakat geçen sene
80 küsur yaşındaki bir rolü oynadım. O da benim için çok değerli bir roldü.
İngiltere’de, kralın annesi olan York Düşesi. Peş peşe gelen bu rollerin ikisi
de farklı birer uçtu. Biri son derece asil, bir zümreye sahip bir kadın; öbürü tam
tersi, herkesin bildiği, günlük hayatta karşılaşabileceği, tipik, sıradan bir
insan. Benim yelpazem bu anlamda çok geniş. Çok şanslı buluyorum kendimi. Hep
esas kızları oynasaydım cici bici, evin tatlı kızı olacaktım...
Anladığım kadarıyla daha lezzetli
rollerden hoşlanıyorsunuz?
Aynen öyle.
Bunlar beni, oyunculuğumu, malzememi zorlayan şeyler. Bunu da çok seviyorum.
Sürekli aynı şeyi yapıyor olsam ne anlamı var zaten; bütün roller birbirine
benzeyecek.
Şimdiye dek oynadığınız roller
arasında özellikle sevdiğiniz, şimdi geçmişe bakınca özlem duyduğunuz bir rolünüz
oldu mu? Ya da pek büyük bir ihtimal vermesem de hiç sevmediğiniz bir rolünüz?
Özellikle
yok, çünkü rollerimin hepsi benim çocuklarım. York Düşesi evlatları arasındaki
rekabete tanık olan ama hiçbir şey yapamayan, fakat aynı zamanda son derece
baskın ve güçlü olan bir kadın. E o bende de var. Yani Banu’nun bir tarafı da
böyle. Ama bu sene oynadığım komedide ortalığı birbirine karıştıran, bundan bir
komedi doğuran kadın olan Julie; bu da bende var. Çünkü sen bu rolleri
kendinden çıkarıyorsun. Bunları sen doğuruyorsun. Bu bir doğum süreci aslında.
Rol yaratmak demek, karakter yaratmak demek doğum yapmak demektir. Senden çıkar
o rol. Dışarıdan sana bir şey yüklemezler. Senin içindeki şeyi dışarı atmandır
o. Bu yüzden hiçbir rolü bir diğerinden üstte ya da altta tutmuyorum. Ama bazen
yönetmenin veya rol arkadaşlarımın ev ödevlerini benim kadar iyi yapmadıklarını
gördüğüm zaman ben de kendimi rolüme aktaramıyorum. Kafalarını bu işe benim kadar
yormamışlarsa ben de rolümde çok fazla parlayamıyorum. Karşı taraf bana o
elektriği vermediği için... Belki aynısını ben de yapıyorumdur arkadaşlarıma,
farkında olmadan. Ama ekip içinde böyle bir durum gördüm mü o zaman da, “Bu
değil de başka bir proje beni daha çok tatmin ederdi,” diye düşünebiliyorum.
"TİYATRONUN AMACI GÜLDÜRMEK YA DA AĞLATMAK İÇİN SEYİRCİYİ ZORLAMAK DEĞİL, HİKAYEYİ ANLATMAK. İSTEDİĞİ DUYGUYU YAŞAMAK SEYİRCİYE KALMIŞ. ÇÜNKÜ TİYATROYA GELEN ADAM KENDİ HİKAYESİYLE GELİYOR."
Sizce tiyatro mu sinema mı
seyircisiyle daha rahat buluşuyor?
Valla onu
seyirciye sormalı (Gülüyor)! Ben tiyatro yaparken çok mutluyum ve seyirciye
ulaşmak için çok çaba sarf ediyorum. Eminim sinemacılar da seyirciyle
buluşabilmek adına çok çaba sarf ediyorlardır. Ama seyirci hangisinden daha çok
keyif alıyor, onu ben değil, seyirci daha iyi cevaplayacaktır.
Siz kendinizi ne olarak
tanımlıyorsunuz?
Sinema
yapmadığımdan, o sektörde işim olmadığı için sinemacı değilim ben.
Tiyatrocuyum. Ben de seyirci olarak bakıyorum rolüme. Önce ben anlamalıyım,
ondan sonra seyirciye aktarmalıyım rolümü. Seyirciyi de öyle değerlendiriyorum.
Benden bağımsız değerlendirmiyorum. Benim akıttığım şeyi ben anlayamıyorsam
seyirci nasıl anlasın?
Hani palyaçolar için, herkesi
güldürürler ama özel yaşamlarında çok yalnız ve mutsuzdurlar, denir ya,
tiyatrocular için de böyle bir durum var mı sizce?
Tiyatrocular
çok fazla rol çalıştıkları için, her türlü insanın kimlik ve kişiliğine büründükleri
için özel hayatlarına da maalesef sirayet edebiliyor bu. Etmiyor diyemeyeceğim.
Onu ayırmak cidden çok profesyonellik gerektiriyor: Yaş, yaşanmışlık. Evine
döndüğünde de bir yorgun oluyor tiyatrocu. Çünkü rolünle olan yolculuğun hala
devam ediyor. Evet, sahne dışında da. Gözlemliyorsun, cebine koyduğun malzemeyi
başka bir oyunda çıkarabiliyorsun. İşte bu yüzden belki yorgunlar. Üzüntüleri
bundan dolayıdır. Ama ben mutsuz değilim (Gülüyor).
Sizce tiyatro sahnesinde seyirciyi
ağlatmak mı güldürmek mi daha zor? Bu soruya herkes güldürmek diye cevap
verebilir ama bence ağlatmak daha zor. Yere düşen birinin haline gülebiliriz,
ama seyircinin gözünden yaş getirmek gerçekten ustalık gerektiriyor?
Ben böyle
bir amaçla sahneye çıkmıyorum. Benim derdim hikayeyi anlatmak. Seyirciye kalmış
gülmek ya da ağlamak. Ben onu, “Sen bu duyguyu illa hissedeceksin!” diye nasıl
yönlendirebilirim? Bu şuna benziyor: Sen bana şimdi bu soruları soruyorsun, ama
ben bundan dolayı mutlu da olabilirim, üzülebilirim de. Bunlar benim
duygularım. Bunu bana bırakmalısın. Tiyatroya gelen adam da kendi duygusuyla,
yaşanmışlıklarıyla, algısıyla, kısacası hikayesiyle geliyor.
Julie’nin yaptıklarına herkes
gülerken belki ben kendi yaşadığım bir olayı hatırlayıp ağlayabilirim, mantığı
yani?
Kesinlikle.
Özel hayatımdan yola çıkarak diyebilirim ki ilişkide, “Ben sana bunu verdim,
sen bana karşılığında neden bir öpücük vermedin?” diyemiyorsak, tiyatroda da
bunu yapamayız.
O zaman karşımızdaki kuklayı yöneten
birinden farkımız kalmaz?
Dediğin gibi,
sen yöneten kişi olursun, karşındakini de kukla olarak görürsün. Seyirciysen, sahnede
gördüğünden ne alıyorsan onu yaşarsın. Ağlarsın ya da gülersin. Ha bir şey
almıyor da olabilirsin. O zaman da
kayıtsız, çıkar gidersin. Sanatta esneklik vardır. Sanat kişiyi kendi özgür iradesiyle karar vermeye iter. Sanat zorla yönlendirmez, sadece yol gösterir. Sen kendin buluşmak istersen buluşursun.
"NASIL Kİ HAYATTA BİR İNSANIN ASLA OLMAYACAĞI HAL YOKSA, TİYATRODA DA OYUNCUNUN ASLA OYNAMAYACAĞI ROL OLAMAZ. HAYATTA NE VARSA TİYATRODA DA O VAR."
Bir oyuncunun asla oynamayacağı rol
olmalı mıdır?
Hayatta var
mı böyle bir şey? Yani bir insanın asla olmayacağı hal var mı? Yok. Tuvalete
gidiyorsun, aşık oluyorsun, yemek yiyorsun, uzmanlaşıyorsun, katil oluyorsun,
fahişe oluyorsun... Yani hayatta ne varsa tiyatroda da o var. Ama tiyatro
bunları belli bir estetik içerisinde ve belli bir sürede anlatıyor. Tiyatro
bunları bir hafta boyunca anlatmak zorunda değil. Bir hikayeyi derleyip
toparlayıp en şık haliyle, biçimsel ögeleri (teknik, ışık, müzik, efekt) de
kullanarak sunuyor. Ben öpüşmem falan diye bir şey yok. Ama buna hiç gerek de
kalmayabilir. Yataktaki bütün hallerini göstermek yerine tek bir bakışınla da
bunu anlatabilirsin.
Gişe yapsın diye ticaret kokan bazı
abartılı ve senaryoya eklenti sahnelere ne diyorsunuz?
Onları hiç
desteklemiyorum. Benim derdim gişe yapsın diye bacak açmak değil. Ama hikayenin
içinde gerçekten de öyle bir an gelir ki, buna mecbur kalırsınız. Ben
üniversitede mezuniyet oyunumda aslında tam da böyle bir şey yaşadım. Anton
Çehov’un “Martı” adlı oyununda, Arkadina karakterini oynuyorum. Bu bir aktris,
dönemi geçmiş bir aktris ama inanılmaz hırsları var kadının. Bunun yanı sıra
yeni yetişen de bir oyuncu kız var ve Arkadina, o kızı kendine rakip görüyor.
Üstelik birlikte olduğu adam da o kıza ilgi duymaya başlıyor. Kız hem genç, hem
güzel, hem de yolun başında. Arkadina’yı en çok rahatsız eden, onun için
tehlike ve korku unsuru olan şey de döneminin geçmiş olması. Orada adamı kızdan
uzaklaştırmak için Arkadina bütün kadınsı ögelerini kullanıyor. Benim adama yapışıp
onunla öpüşmem, beni seçsin ve sevsin diye yaptığım o hareket çok önemliydi.
Ben o oyunda öpüşme sahnesini hiç çekinmeden yaptım. Çünkü kadın bunu istiyor,
bunun için zorluyor ve oyun için bu çok gerekli. Sevdiğin adamın senden genç,
güzel ve yolun başındaki bir kadına ilgi göstermesi seni deli ediyor ve onu
ancak dişiliğinle alt edebileceğini düşünüyorsun. Aslında o sahnede insan
olduğunu ve zaaflarını da gösteriyorsun. Öpüşmüş olmak için yapmıyorsun bunu;
bir kadının bitiş anını da gösteriyorsun bunun üzerinden.
Böyle çatışmalı aşk üçgenleri benim
çok ilgimi çeker... Keşke röportajın içeriğini değiştirip hep “Martı”yı
konuşsak...
O başlı
başına bir konu, onu başka türlü uzun uzun konuşmak lazım.
Hayalinizde bir rol var mı? Bir gün
hep oynamak istediğiniz bir rol? Ya da o rolü buldunuz, hayalinizi
gerçekleştirdiniz mi?
Öyle bir
şey yok. Söz konusu olamaz. Oyunculukta hiçbir zaman tamamlanmış bir şey olmaz.
Oyunculuk hep bir serüvendir... Tabii ki hayalimde çok roller var. İnanılmaz
bir müzikalde oynamak istiyorum; hem şarkı söylemek, hem dans etmek, hem de
oyunculuğumu göstermek istiyorum. Ama bunu yaparım, ondan sonra başka bir şeye
dönüşür o.
O zaman şu soruma da cevap vermiş
olarak devam edin cümlelerinize: Sizce oyunculuk eğitimi denen şey bir dönemi
mi kapsıyor, yoksa insan, hayatı boyunca kendini geliştirmeye devam mı ediyor?
Tabii ki.
Yaşadığın müddetçe. Çünkü her yaşın başka bir duygusu var. Ben 39 yaşımdayım mesela
ve 29’umda oynadığım role şimdi gülüyorum. “Ne kadar yetersiz oynamışım,” diyorum.
Ama eminim 49’umda da bu 39’um için aynı şeyleri söyleyeceğim. Eminim ki
bugünün bile dünden farkı var, yarının daha da farkı olacaktır. O yüzden
oyunculuk hayat boyu devam eden bir şey.
Böyle renkli bir insanın en
sevmediği insan tipi var mıdır, varsa nedir diye düşündüm?
Tembel
insan. Tembel insandan hoşlanmam. Bir şeyi istiyorsanız, yani seviyorsanız onun
peşinden gidersiniz; başka türlü olmaz. Çalışmazsan, önüne hazır gelmesini
beklersen... Bunlara tahammülüm yok. Bu hayatta yaşadığın müddetçe neyi seviyorsan
onun peşinden koşacaksın.
"BAZEN ÜSTÜMDEKİ TÜM ROL KİŞİLERİMDEN SIYRILIP ÇOK YALIN OLMAK İSTİYORUM, BAZEN DE İSTANBUL KADAR KOZMOPOLİT... AYRICA İÇİNDE BULUNDUĞUM YERDE HEP BENİM GİBİ DÜŞÜNENLER OLMASIN. BEN DE BİR ŞEYLERE İTİRAZ EDEBİLEYİM, ONLAR DA BENİ SEVMESİNLER."
Bir yemek olsanız... Mesela türlü
kadar karışık mı yoksa çorba kadar sakin mi olursunuz?
Her şey
olmak isterdim. Öyle bir ayrımım yok. Bazen diyorum ki üzerimdeki bütün bu rol
kişilerimden sıyrılayım, tek başıma bir şey olayım, yalın olayım. Bazen diyorum
ki çok renkli olayım. Yani o ruh halimle alakalı.
Bir renk olsanız...
O da yok.
Aynı soru çünkü (Gülüyor).
Bir şehir olsanız... O da yok. Diğer
soruya ge–
Ha, şehir
olsam, galiba İstanbul olmak isterdim. Kozmopolit olmayı çok seviyorum. Çok
sesliliği ve çok renkliliği çok seviyorum. Herkes olsun istiyorum. Dünyada da,
ülkemde de, şehrimde de. Herkes olsun ya, bir tek ben olmayayım. Benim gibi
düşünenler olmasın hep. Ben de bir şeylere itiraz edebileyim, onlar da beni sevmesinler.
Olsun bu da yani.
Bana öyle bir şey deyin ki, “Aaa!
Cidden mi?” diyeyim.
Benim öyle
iddialı bir cümlem yok (Gülüyor). Öyle çok şaşırtamam. Çok kesin yargıları olan
bir insan değilimdir, büyük konuşmayı sevmem.
Belki de eve gidince keşke şunu deseydim
diye aklınıza gelecek bir cümle...
Olabilir,
evet.
İçinde bulunduğunuz sektörde büyük
balık küçük balığı yutuyor mu?
Elbette ki.
Tabii ki. Şu an devlet tiyatrosuna yapılan şey, evet, büyük balığın küçük
balığı yutması meselesidir. Ben çalışıyorum çünkü; beni küçük balık olarak
görenler, demek ki büyük balıklar.
Mesleğinizden nefret ettiğiniz bir
an oldu mu?
Asla. Asla.
Mesleğimi o kadar severek yapıyorum ki, iyi ki bu işi yapıyorum.
Duyduğunuz bir söz karşısında böyle
bir küslük oluşmadı mı hiç?
Mesleğime
küsmüyorum ben ama. Hatta, tam tersine, mesleğime daha çok sarılıyorum. Çünkü
birileri beni mesleğim üstünden vurmaya çalışıyorsa eğer, mesleğimi demek ki
daha çok geliştirme ihtiyacım var ve ben de ona yöneliyorum. Mesleğim beni var
eden şey. Hayatta başka türlü var olamazdım ben.
Günün en sevdiğiniz zaman dilimi var
mı?
Yoo, benim
için prova anı sabah başlar, akşam oyunum vardır. Öyle bir ayrımım yok, her an
benimdir.
Şu ana kadar yaşadığınız hayatınız
filme çekilecek olsaydı adı, türü, alacağı yaş sınırı ve gişesi ne olurdu?
Diyorum ya,
o kadar kesin cümlelerim yoktur benim hayatta. Bilemem yani.
Zorlasanız...
Ya benim
filmim o kadar değerli bir film değil (Gülüyor)... Benim filmimden ne olur? Nice
ustalar, nice sanatçılar var, onların filmi bence gişe yapsın inşallah, onlar
konuşulsun.
Israr ediyorum.
Yok, bu
soru benim sorum değil. Verebileceğim bir cevap yok.
Provası en eğlenceli geçen oyununuz
hangisi?
Sivas’taki “Rumuz
Goncagül”ün provasında çok eğlenmiştik. Tipler çok iyi yerine oturmuştu, herkesin
yaşına uygun rollerdi.
Siz ne rolündeydiniz?
Ben anneydim
yine (Gülüyor)!
Bırakın anneleri, “Martı”daki
Arkadina’ya dönebiliriz yine isterseniz (Gülüyorum)?
“Martı”ya
geri dönmeyelim, Mert. Onu konuşacağız ama... “Rumuz Goncagül”ün şöyle bir
keyifli tarafı olmuştu: Hepimiz tatilden dönmüştük, çok iyi bir enerjiyle
başlamıştık oyuna. Rollerin yaş grubu da herkesin kendi yaş grubuna uygundu.
Herkes kendini oynayınca daha da keyifli hale gelmişti oyun. İyi bir ekip
olmuştuk orada. Ama provalar zaten genelde iyi geçer. Gülüp eğleniriz
provalarda. Başka şeyler de olur tabii. Bazen çatışmalar falan (Gülüyor).
Türkiye’de ve dünyada en
beğendiğiniz kadın-erkek oyuncu diye sorsam?
Tabii ki
çok kişiyi beğeniyorum ama Ferhan Şensoy’dan çok keyif alıyorum mesela. Onun
kendine has tarzı benim çok ilgimi çekiyor. Tiyatroya bakışını çok seviyorum,
tiyatroda kendine yarattığı, açtığı bir çığır var, onu çok seviyorum. Yani çok
kendine has biri o. Derler ya hani; nevi şahsına münhasır. Kendi ülkemden bir
tarz olarak onu çok beğeniyorum. Tiyatro yapmaktan çok mutlu, hiçbir kaygı
gütmüyor. Kitap yazıyor, tiyatro yönetiyor, tiyatro yapıyor. Ben de kitap
imzalatmıştım ona.
Tiyatro oynamayı çok seviyorum. Ama
roman ve hikaye de yazıyorum. Ben ve benim gibilere öğüdünüz kameranın önü
müdür yoksa arkası mı?
Ben bunu
belirleyemem ki. Bunu senin kendi potansiyelin, kendi isteklerin
belirleyecektir. Kimseyi yönlendirmek istemiyorum. Ne arzu ediyorsan, nerede
mutluysan, hepsini dene, öyle karar ver. Böyle bir şey önerebilirim sana sadece.
Bak yine yönlendirdim seni (Gülüyor).
Geçen sene bizim okul tiyatromuz
olan “Fehim Paşa Konağı”nda bizim ekibi de siz çalıştırmıştınız. Benim oradaki
Pertev Bey performansımı nasıl buldunuz? (Fısıldıyorum: “Kötü deyin!”
Ne diyeyim,
“Kötü” mü diyeyim (Gülüyor, bir krize daha giriyoruz)? Senin rolün için çok başarılı
ve çok uygun diyebilirim. Kendinle uğraşını, kendinle olan derdini, sıkıntını
çok fazla, çok yerinde, çok doğru buldum. En doğrusunu, en mükemmelini çıkarmak
için verdiğin çabaya da ayrıca hayranım. Karakterin için çok çaba sarf ettin.
Bu yoğun çaban beni çok memnun ve mutlu etti. Klişelerden çok uzaktaydın.
Adamla ilgili her şeyi düşündün. Çok mutlu etti bu beni. Adamın yönelimlerini
merak ettin, adamın oradaki duygusunu merak ettin, adamın ilişkilerinde neyi
önde tuttuğunu merak ettin. Adamı iyice tanımaya yönelik çalışmalar yaptın.
Adamın neye ne tepki vereceğini düşündün. Metinden çıkardığın sonuca kendin de
çok şey ekledin.
Sorularımı nasıl buldunuz? Bu da bir
soru.
Cevap
verirken zorlandığım kısımlar oldu. Beni oldukça zorladın yani. Çok, gerçekten
çok güzel ve başarılı buldum yaptığın işi. Sen her zaman oturup düşünen, bu işe
kafa patlatan, sıradanlıktan gayet uzak, gayet sıra dışı, son derece özel bir
çocuksun. Umarım her şey gönlünce olur. Zaten eminim ki istediğin şeye de
kavuşacaksındır. Çok uzak değil.
Çok teşekkür ederim bu güzel
sözleriniz için... Benim böyle ciddi anlamda yaptığım ilk röportaj oldu.
Gelecekte de devam ettirmeyi planladığım bu yola sizinle başlamış oldum. İlk
oldunuz benim için, çok da güzel oldu.
Teşekkür
ederim, benim için de çok özel ve güzel oldu. Benim de ilk röportajım bu arada.
Bu ilk röportajımdan öğrendiklerim...
Röportaj yapmak, hele de benim gibi acemi biri için hiç kolay olmadı. Kişiyi belirledikten sonra soruları zevkle hazırladım ama acaba röportaj esnasında kağıt kalemle mi yazacaktım yoksa ses kaydedicime mi kaydedecektim söylenenleri? Ben karşımdaki açısından da daha rahat ve kısa sürede olsun diye ikincisini, yani sesi kaydetmeyi tercih ettim. Ama onları da sonradan kelime kelime dinleyip yazıya aktarmak zorunda kaldım. Yani hakikaten hummalı, emek ve sabır isteyen bir çalışma oldu benim için de. Yine de, böyle kapsamlı bir (ciddi anlamda, çocukken yaptığım kısa röportajları saymazsak -ama bu da çok uzun oldu ki o da ayrı bir konu!) ilk röportaj gerçekleştirdiğim için mutluyum.