Yabani mantarların, elma ağaçlarının, ısırgan otlarının çevrelediği sevimli bir köy evi... Trabzon'un Beşikdüzü ilçesi'ndeki Beşikdağ Mahallesi'nde biraz kendim biraz da sizin için güzel bir gün geçirdim. Dikenliklerin arasına girip fotoğraf çektim, bol oksijen alıp bu yazıyı hazırlamak için geri döndüm.
Fotoğraf makinelerini haklamada üstüme kimseyi
tanımam. Kendi makinelerimden bahsediyorum elbette, başkalarınınkinde
gözüm yok. Gerçi birisi bir seferinde benim makinemin camını müthiş bir
el şaplağıyla kırmıştı ve makinem görüntüyü göstermez olmuştu
(Zavallıcık yepyeniyken anında perte çıkmıştı). Ama bu tarz hareketler
benim davranış sınırım içinde yok. Ben genelde fotoğraf makinelerimi
güneşe tutmak suretiyle kullanılmaz kılıyorum. Bu tarz "yüksek ışıklı"
hareketler birikiyor, birikiyor ve daha yeni olan makinem bir gün
hastalanıyor. Hatta öyle ki bazen babamın teknik müdahaleleri bile etkili
olmuyor. En son hakladığım makinemde de senaryo aşağı yukarı böyleydi.
Fotoğraf çekebiliyordum ama ne çektiğimi görmeden: Ekranda görüntü yerine çıkan bembeyaz bir
ışık, resmin önünü kapatıyordu. Arada görüntü gidip geliyordu, ama makinenin artık noksansız bir makine olmadığı ve beni her an yarı
yolda bırakacağı belliydi. Bu nedenle benim güzel anne ve babam, bana
bir sürpriz yapıp yeni bir fotoğraf makinesi aldılar! Hem
de çok daha nitelikli, kaliteli ve son model teknoloji harikası olan
bir fotoğraf makinesi. Tabii babam bu sefer kesin resti çekti: "Bunu da
bozarsan, sana bir daha makine yok, ona göre!" Gerçi ben biliyorum,
bunu da bozarsam yine alırlar. Çünkü benim gibi birinin fotoğraf
makinesi olmadan asla yaşayamayacağını bilirler. Neyse, sanırım bu son iki
cümle gevezeliğimin sonucunda ortaya çıktı. Umarım kaydı yayımlamadan
önce onları silmeyi unutmam.
Netice olarak
artık iki fotoğraf makinem var. Eski olanını -aslında o da "en yenisi"
gelene kadar "yeni"ydi- dağda bayırda, deniz kenarında, tozlu topraklı
arazilerde (kısacası vahşi doğada) yanıma almayı kararlaştırmış; büyük
bir titizlikle koruyacağıma söz verdiğim yenisiniyse şehirde, kapalı
salon ortamlarında (düğün dernek gibi), daha şık atmosferlerde
kullanacağımı planlamıştım (Not düşümü: Bu yeni makinemin de hazin bir sonu olmaz
inşallah). Şimdi benden güzel bir gezi yazısı
beklerken iki paragraflık bu sıkıcı satırlarla niye boğdum sizi, önce
onu söyleyeyim (Endişelenmeyin gezi yazısı birazdan gelecek). Yazın son
günü -okullar açılmadan bir gün önce- gittiğimiz köyde, kendi kendime
aldığım kararı bozup yanıma bu yeni makinemi aldığımı söylemeden önce,
size onun hikayesinden ve hiç şüphesiz öneminden kısaca bahsetmek
istedim. Evet, dağda bayırda kullanmayı kararlaştırdığım "eski" makinemi değil de "yeni" makinemi aldım yanıma. Sizleri daha net, daha güzel, daha canlı ve daha renkli görüntülerle buluşturmak için yeminimi bozup yemyeşil çimenlere, ağaçlara ve börtü böceğe yeni makinemle daldım!
Burası Trabzon'un Samsun'a, Ankara'ya, İstanbul'a gidenler için son ilçesi olan Beşikdüzü'nün Beşikdağ Mahallesi. Mahalle diye geçse de sevimli bir köy aslında. Trabzon'dan yaklaşık bir saatte varılıyor. Arabadam iner inmez bacası tüten küçük kulübe gözüme çarpıyor. Hemen, "Acaba içeride ne pişiyor?" diye düşünüyorum. Eh, temmuz sıcağını aratmayan bir eylül sıcağında yapılan araba yolculuğu beni bir hayli acıktırmış. Neyse, bekleyip göreceğiz misafirperver ev sahiplerimizin bize neler hazırladıklarını!
Böyle köy mahallelerine ben oldum olası hayran kalmışımdır! Herkesin kendi evi ve bahçesi var. Herkes birbirini tanıyor. Komşuluklar böyle yerlerde çok önemli. İlişkilerde herkes birbirine sıcak ve samimi davranıyor. Biz de mahallenin yerlisiyle tanışıp kaynaşıyoruz hemen. Küçücük çocuklar etrafımızı sarıyor, "Bunlar da kimin nesi böyle?" diye düşünerek. Hele sekiz-dokuz yaşlarındaki bir çocukta bir bisiklet vardı ki sormayın! Hava da caka da onda! Mahallenin "delikanlı"sı o! Peşinden koşan diğer çocuklara aldırış etmeden bisikletiyle yokuşlara çıkıyor, bayırlardan iniyor. Diğerleri de olur da yorulup bisikleti bırakır diye kendi sıralarını bekliyorlar. Her yerin bir düzeni var efendim. Çok sevimliydi çocuklar, çok!
Ev sahiplerimiz henüz yaz devam ettiği için şehirdeki evlerine inmemişler, köyde yaşanacak birkaç haftaları daha var. İşte bu haftalardan birinde konuk oluyoruz eve. Şimdi kuzine sobasında sürprizlerin piştiği küçük kulübe bir zamanlar köy eviymiş (Fotoğraflarda görüyorsunuz). Daha büyük olan diğer evi sonradan yaptırmışlar. Haliyle de eski evi fındıkları, elmaları, çuvalları, bahçe malzemelerini koydukları bir kulübeye çevirmişler. Daha doğrusu bu süreç otomatikman gelişmiş.
Zehirli sarmaşık! Böyle yerlerde evin her cephesini dolaşmanız gerekir. Ben de öyle yaptım, daha burada paylaşamadığım nice ilginç kareler yakaladım. Evi çevreleyen bahçeyi ve giderek ormana dönüşen araziyi de elimde fotoğraf makinemle tek tek taradım. Sizin keyifli keyifli çektiğimi sandığınız çoğu fotoğrafta, ben uzun bacak pantolon giymiş olmamın verdiği rahatlıkla ısırgan otlarının içine dalıp öyle çekim yapıyorum. Eve gidince doğru banyoya!
Ev sahibimiz kendi bahçesinde nar, incir, biber, domates gibi sebze meyveler de yetiştiriyor. Bize dalından incir sundular, ama ben bu konuda hiçbir zaman yeterli başarıyı gösterebilmiş değilim. İncir önüme hazır ayıklanmış gelmezse (ellerin dert görmesin anneciğim) ben o inciri kendim becerip yiyemiyorum! "Dalından Koparıp İncir Ayıklama 101" dersi olmadığı için de incir ayıklama benim için bir hayli sıkıntılı oluyor.
Tanıdığımız bize kabak dalından düdük yaptı, biz de çaldık! İnce, sık ve tüylü dikenlerden oluşan kabak dalını ağzınıza sokuyor ve üflüyorsunuz: Borazan üflemiş gibi kaba bir ses çıkıyor! Eh, her şeyin "organik"e döndüğü şu devirde flütlerimiz neden sebze sapından olmasın ki? Delik açarsanız nota da çıkıyor hani...
İşte size deminden beri bahsettiğim kulübenin için... Karşıma çıkan kuzine sobayla adeta aşk yaşadım! Yine blogum için gezdiğim evlerden birinde karşıma çıkan kuzine sobayı hatırladım hemen... Burada da patates yedim; bayıldım, bayıldım! Mısır da yapmış bize ev sahipleri. Yöresel, enfes bir sofra kurulmuştu. Diğer yediklerimiz bize kalsın.
Okullar açılmadan bir gün önce, yani biz öğrenciler için "yaz"ın da son günü olan gün, güzel vakitler geçirdik. Umarım burada anlattıklarımdan ve paylaştığım fotoğraflardan, siz de aynı hazzı almışsınızdır. Pusulanın gösterdiği bir sonraki yerde buluşmak üzere, hoşçakalın!
Eylül'de en çok bunlara tıklamışsınız:
Gelecek program:
"Kafamda deli sorular", "Hayatını Renklendirmeyi Unutan Adam # No.4", "Kışı sevme çabalarım - Yeni versiyon", "Özel yazı" ve şiirlerim...
Funda Arar neredesin?
Ne okuyorum?
Bir kitabın yayımlandıktan 70 yıl sonra aniden "Çok Satanlar"a yükselme sebebi sadece güzel olması mıdır?
çok güzelmiş :)
YanıtlaSilO fırınlı sobaya patates atacaksın. Enfes olur benzemez hiç bişeye :)
YanıtlaSil