...ve zamane genci yazmaya başlar.
Create your own banner at mybannermaker.com!

24 Eylül 2011 Cumartesi

Yeni şarkı sözüm

Sizlerle şarkı sözlerimi/şiirlerimi paylaşmaya devam ediyorum. İşte yeni yazdığım bir şarkı sözüm daha karşınızda. Dumanı üstünde...

NE AŞKI NE SEVDASI (HİNT KUMAŞI&BEZ PARÇASI)

Ne sırlarını paylaştı benimle,
Ne gözlerime bakıp sevdiğini.

Ne tutmama izin verdi elini,
Ne dokundurdu ipek saç telini.

Ne aşkı ne sevdası, ne anısı ne tadı,
Sadece zaman kaybı ve attığı cakası.
Ne aşkı ne sevdası, ne güzel hatırası,
Sorsan sıradan değil, bulunmaz hint kumaşı.

Ne gülümseyerek baktı bir defa,
Ne aşk koktu onca zaman karşımda.
Ne doğru dürüst bir kez bir buluşma,
Ne ciddisi, benimle ilgili her şey saçma!

Ne aşkı ne sevdası, ne anısı ne tadı,
Sadece zaman kaybı ve attığı cakası.
Ne aşkı ne sevdası, ne güzel hatırası,
O bulunmaz hint kumaşı, bense pis bir bez parçası!

20 Eylül 2011 Salı

Mert'in Gezegeni 2 yaşını bitirdi, 3 yaşına girdi!

BU YILIN KONSEPTİ: BİR MODA ÇEKİMİ!



























Oluşturduğum 20 Eylül 2009 tarihinden beri -kendimce belirlemiş olduğum- kalite ve içerik çizgisini titizlikle korumaya çalıştığım, inşallah başarılı da olduğum blogum Mert'in Gezegeni bugün 2 yaşını bitirdi, 3 yaşına girdi. Çizgi roman dizilerimi, Türkiye'nin gezdiğim çeşitli yerlerini anlattığım gezi yazılarımı, ilgi çekici evleri gezip dekorasyon önerilerimle birlikte yayımladığım dosyalarımı, kendimle ve başkalarıyla yaptığım röportajları, şiirlerimi (Yayınlamaya başlamam üç-dört ay öncesine dayanıyor ve kısa sürede destekleyip devamını getirmemi sağladığınız için bir kez de buradan teşekkür etmem gerekiyor), kitap, müzik, sinema, moda yorumlarımı ve bunlara benzeyen diğer pek çok şeyi (Bu kelime yazarlar için hızır gibi yetişen bir hayat kurtarıcıdır, değeri bilinmelidir, bu kelime olmasa ne yapacaktık biz kim bilir!) siz sevgili takipçilerimle paylaştığım blogumda dolu dolu 2 yılı geride bıraktım. Aslında, "Ah, daha dün gibi!" demem gerekiyor blogumu oluşturduğum gün için, ama yok, sanki çok daha fazla olmuş gibi; 2 yıldan çok daha fazla! Böyle hissetmemin nedenini de biliyorum aslında: Övünmek gibi olmasın ama, blogumda, yaptığım pek çok şeyi paylaştığım için sanki 2 yıl geçmemiş de 5 yıl geçmiş gibi geliyor bana, yani bu 2 yıl gerçekten de tam anlamıyla dolu dolu geçti... Benim için önemi sandığınızdan çok ama çok daha büyük olan bu özel günün heyecanı, uzun zamandır içimdeydi. Bu günü bu yıl nasıl kutlayabilirim sorusu -bakın haftalardır da demiyorum- aylardır aklımdaydı. Geçen yıl, yani Gezegen'imin evrendeki yörüngesinde dönmeye başlamasının 1. yıl dönümü için hazırladığım dosyada yazdığım yazı ve fotoğrafların yanında bir de babamın o gün için beni kırmayıp yazmış olduğu yazı ve belirlediğim, "Mert'in Gezegeni'nde sayılarla 1 yıl..." konsepti ile sizlere bir dosya hazırlamıştım. Bu yıl da aklıma gelen pek çok fikir arasından bir tanesini seçtim ve en küçük aksesuarı da dahil olmak üzere hepsini bu yaz aldığım en sevdiğim kıyafetlerimi üstüme geçirip çeşitli şehirlerde çeşitli yerlerde kamera karşısına geçtim, kısacası modellik yaptım! Bu yılın kış-ilkbahar mevsimlerinde bloglara erişimin engellendiği üç ay gibi bir süre olmasaydı daha iyi olurdu ama ne yapalım, blogunu kötüye kullanan birkaç kişi yüzünden aynısı tekrarlanmaz inşallah, demek dışında yapacak bir şeyim(iz) yok. Desteğiniz, ilginiz, varlığınız için çok teşekkür ederim. Bu yıl derslerim ağırlığı ve derslerle uğraşmak mecburiyetinde olduğum bir sürü "yer", roman yazma telaşım gibi falan filanların arasında yine her zaman olduğu gibi aksatmadan bir sürü şey paylaşmaya çalışacağım. Aklımda o kadar çok şey var ki; aklım hiçbir zaman yayımladıklarımda değil, hep bir sonrakinde, yayımlayacak olduklarımda... Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyor, bu özel günde yanımda olduğunuz için bir kez daha teşekkür ediyor ve bu senenin "konseptinin" tadını çıkarmanız için sizleri fotoğraflarla baş başa bırakıyorum.

Tişört: Koton

Ekoseli kapri: Polo Garage

Lacivert bermuda: Colin's

Saat: DeFacto

Şapka: Nike

Ayakkabı: Converse

12 Eylül 2011 Pazartesi

Bitecekse bu rüya, sonu sonsuzluk olsun...





Yazı çok seviyorum. Ama her mevsim başında o mevsimle ilgili günlük takipçilerinin hoşuna gidecek eğlenceli şeyler yazan bazı köşe yazarları üslubunda söylemiyorum bunu. Yaz mevsimini, gerçekten çok seviyorum (bunun nedenlerini de yazmıştım aslında, ama sonra çok uzun gelice bana, hepsini sildim anında ve bilmenizi isterim ki, içlerinde 'okulların tatil olduğu mevsim olması nedeniyle' diye bir madde yok asla). Öyle ki bu yazıyı yaz başında yazmak için her ne kadar sabırsızlansam da ikinci cümlemde söylediğim şeyi yapmamak için yazın bitmesini, sonbaharın gelmesini bekledim. Kanıt olarak güya. Yazı sevdiğimi size kanıtlamak zorunda mıyım? Hayır. Ama bu yazıyı kendime yazmadığım ne malum? Söyleyeceklerimi kendime duyurmak için seçtiğim bir yoldur bu belki de...

Şaka maka bu yaz en uzun tatili ben yaptım. Hatta hâlâ da yapmaktayım. Yaz başında okullar kapanır kapanmaz gelip bir koca ay boyunca kaldığım Marmaris'te iki hafta da yaz sonunda 'fazladan' tatil yapma imkânım oldu. Bu yazıyı yazarken hâlâ sınırlarındayım bu sevimli ilçenin. Yazıyı bitirip elli defa gözden geçirip yayımladıktan sonra da bir sonraki yaz görüşünceye dek -belki yeni fırsatlar doğar da, daha erken olur bu buluşma, kim bilir- bensiz yaramazlık yapmaması için tembihlerde bulunacağım Marmaris'ime valizimi hazırlarken ve söz, ağlamayacağım bu cenneten ayrıldığım için. Zaten bu yaz fazla fazla gördüm, doydum Marmaris'ime; daha fazlasını istemem de arsızlık olur hani. Neyse, bu hafta ortasında da İstanbul'a geçiyorum. Birkaç gün de İstanbul'da 'uzatmalı' tatilime devam ettikten sonra, pazar günü, yani okulların açılmasından tam bir gün önce kendi şehrime doğru nihayet yola çıkıyorum. Ege, Akdeniz, Marmara, İç Anadolu ve Karadeniz iklimlerinin farklı atmosferlerini tadan yorgun bünyemi eve varır varmaz dinlendirmem gerekecek. Hâlâ yazın sürdüğü güneşli yerlerden sonbaharın çoktan geldiği kasvetli 'ciddi' şehrime gidip ertesi gün de aynı hızla okuluma başlayınca, ben depresyona girmeyeyim de kim girsin, a dostlar!

Kendimle yaptığım en son röportajımda (Ben benle röportaj yapıyor! -3) aynen şöyle demiştim, 'yazın benim için ne anlamı olduğu' sorusuna: " Yaz benim için yenilenmek demek. Bir yıl boyunca her anlamda ve her alanımda çok çalıştım. Koca bir yılın yorgunlukları, getirdikleri, götürdükleri, yaşattıkları üstümde. Hayatımın şehri olan Marmaris'e gidip hak ettiğim tatili yaparak üstümdeki yorgun deriden kurtulup yepyeni bir deri giyineceğim. Hiçbir zaman bu kadar iddialı konuşmamıştım ama bu sene gerçekten de tatili hak ettiğimi düşünüyorum. Deniz, kum, güneş bedenimi yeniliyor. Bu yeniliğe kimin ihtiyacı olmaz ki! Bence herkes imkânlarının yettiği kadar bulunduğu yerden uzaklaşıp birkaç günlüğüne de olsa tatile çıkmalı, kafasını dağıtmalı. Ben de sanırım yaklaşık bir ay Marmaris'te kalacağım. Ama 'işimle' birlikte. Her an her yerden haber çıkabilir. Haberin peşinde koşacağım. İlginç şeyleri blogumda sizlerle paylaşmak için gözüm kulağım pür dikkat olacak (Gülüyor). Ve artık muhtemelen sizin de tahmin edebileceğiniz gibi denizde, deniz kıyısında uzanırken, bisiklet sürerken her zaman düşüneceğim! Yeni ilhamları bekleyeceğim tabii, ama kafama koyduğum işlerim, planlarım da var. Blogum için yapacaklarım yani..." Bu söylediklerime ek olarak bir de yine aynı röportajımda demiştim ya, "Beynimde her an yeni bir şeyler üretmek için çarklar dönüyor, en rahat-boş olduğumu söylediğim anımda bile kafamın içinde blogum, projelerim için bin türlü şey dönüyor," diye, işte tatildeyken bile blogumun "Yaşadıklarım-Gördüklerim" köşesi için altı farklı dosya üretmiş olmam da bunun kanıtı. Ya da yine tatildeyken yaptığım, hatta şu anda bile yapıyor olduğum ama sizin sonradan göreceğiniz diğer şeyler... Eğer birileri ileride iş hayatımda beni illa da bir 'çalışan sınıfı'na sokmak istiyorsa, rahatlıkla 'işkolik çalışan' sıfatını uygun görebilirler. Neyse, lafı bağlamak istediğim nokta kendimden bahsedip ukalalaşmak değil, yine çok beğeneceğinizi umduğum dosyalar için fotoğraf makinem elimde, not defterim cebimde koşuşturuyor olduğumun ve yakında yine hoş dosyalarla karşınızda olacağımın sinyallerini veriyor olmam, efendim!

Bu okul yılına en hızlı başlayan ve en yanık tenli öğrenci ben olacağım galiba. İnşallah geçen yıllarda olduğu gibi bu seneye de başarılı bir şekilde başlayıp seneyi aynı şekilde kapatacağım. Çok güzel dinlendim, romanımı dokuya dokuya yazmaya başladım, blogumda yine bir sürü dosya paylaştım yaz olmasına rağmen ve şimdi de sıkı bir okul dönemi beni bekliyor. Maksimumhızlı Mert'ten sevgilerle, blogumun ikinci yaşını doldurduğu gün buluşuncaya dek, her şey gönlünüzce olsun... :)

Önemli bir not: Arabayla yaptığımız yolculuklarımızın bir nedeni (yani neden Marmaris'ten direkt kendi şehrimize dönmüyoruz da İstanbul'a geçiyoruz sorusunun yanıtı) var elbette, ama size bu kadarını söylemeyeceğim! Zaten merak ettiğinizi de sanmıyorum! :)

9 Eylül 2011 Cuma

Bayılıyorum (Medyayla ilgili)...

Bir ay önce medyayla ilgili sinir olduğum şeyleri madde madde yazdığım yazımda da yakında yazacağımı belirtmiştim medyayla ilgili bayıldığım şeyleri... İşte yazıyorum. Buyurun, okumaya istediğiniz maddeden başlayabilirsiniz.

- Çizgi filmlerinde Sünger Bob ve Flapjack'i seslendirenlerin çocuksu -ve burnu tıkalı- ses tonuna (Bu nasıl bir sestir Allah'ım; dersiniz ki büyük adamlar değil de küçücük çocuklar konuşturuyor sevdiğimiz kahramanları!)...
- "Küçük Sırlar" dizisinde canlandırdığı en yakın arkadaşına bazen iyi bazen kötü davranan ve kötü davrandığı zamanlarda onu kaybeden, çevreyle de ilişkisi pek iyi olmayan Arzu karakterini, "Zehirli Sarmaşık" dizisinde de Sinem karakteriyle çağrıştıran İpek Karapınar'ın kendisine, samimi ve doğal oyunculuğuna...
- Uzun, çok uzun, upuzuuuuun reklam aralarıyla televizyon başındakilerin sabrını zorlayan dizilerin, şehrin bir ucundaki misafir evinde başlayıp devamını şehrin diğer ucundaki kendi evimizde getirmemiz için gereken yolculuk süresi boyunca hâlâ reklamda olmasına (Bu uzun reklamların tek yararı bu sanırım; hı, bir de tuvalet molası ve sanırım banyo için de yeterli uzunlukta olabilirler; denenmeli!)...
- Yeni başlayan "Kuzey Güney" dizisinin aklıma nedense Elif Şafak'ın "İskender" kitabını getirmesine (Elbette her iki tarafın da birbirinden etkilendiğini kesinlikle söylemiyorum; ama özellikle "boks" yapan karakterin hapisteki karakter olması ve olayların yaşandıktan sonra seyirciye/okuyucuya geriye dönüşlerle, 'flashback' yöntemiyle anlatılması iki proje arasında 'tesadüfi' bir benzerlik olduğunu düşündürdü bana)...
- Tadında biten dizilere...
- Yazın ortasında başlayan "yeni sezon dizileri"nin "dizikolik" insanları erken yakalayıp yaz tatillerinde de stresli olmalarına neden olması da medyayla ilgili sinir olduğum şeyler listeme eklediğim bir maddedir; bilesiniz!

Bu liste hep beraber gülelim, yüzlerde en azından bir tebessüm belirsin diye paylaştıklarımdır; umarım beğenmişsinizdir.

4 Eylül 2011 Pazar

Sonbaharı hüzünlü bir şiirimle karşılıyorum...

Ben yazın şu son günlerinin tadını çıkarırken sonbahar çoktan geldi bile. Bu mevsimde sararan yaprakların ağaçlardan dökülüşü aklımıza hep hüzünü getirir nedense. Ben de bu alışılmışlığın dışına çıkmadan, hüzünlü bir şarkımla -tabii sizlere buradan melodisini duyuramadığım için şiir demek daha doğru olur- karşılıyorum yeni mevsimi, sevgili takipçilerim. Desteğiniz ve ilginiz için de, hepinize çok teşekkür ediyorum.

ANCAK...

Ancak...
Sevebilirim,
Ancak zaman yok.
Kahpe kader dışladı birini,
Bu yine ben oldum ne yazık ki.

Ve...
Sen çıkıp geldin,
Ve elimi tuttun.
Acımasızca püskürttü kader,
Kustu suratımıza,
Yasak aşkı.

O zaman...
Anladım ben ta o zaman.
Böyle olacağını,
Biteceğini.

Giden...
Yine ben oldum giden.
Sevgiyi bırakmak zorunda kalan,
Ve giden.

Ağlamak yok artık diyorken...
Ağlamak yok artık diyorken...
Ağlamak yok artık diyorken...