...ve zamane genci yazmaya başlar.
Create your own banner at mybannermaker.com!

26 Kasım 2011 Cumartesi

Yeni şarkı sözümü okumayacak, "Anlayacaksın"ız!

"Anlayacaksın" sözlerini de bestesini de çok sevdiğim şarkı sözlerimden biri. Blogumda paylaşmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Umarım sizler de beğenirsiniz.

ANLAYACAKSIN

Herkes başka bir son bekliyordu,
Şimdi kime ne anlatacaksın?
Hayaller tam gerçekleşiyordu,
Şimdi en baştan mı kuracaksın?

Yanına vardığın duygu fakiri biri,
Karşıma hiç çıkma şimdi buldun dengini!

Öyle bir hata yaptın ki,
Bilmem nasıl avunacaksın?
Şimdi sarhoşsun belki ama,
Yalnız kaldığında,
Anlayacaksın...
Daha bilmem kaç gece,
İçinden gelmese de,
Ağlayacaksın...

Öyle bir hata yaptın ki,
Bilmem nasıl avunacaksın?
Şimdi sarhoşsun belki ama,
Yalnız kaldığında,
Anlayacaksın...
Sanır mısın ki öyle,
Birkaç gün geçtiğinde,
Unutacaksın...

21 Kasım 2011 Pazartesi

İyi ki doğmuş muyum?



Her sene doğum günümden birkaç gün önce beni büyük bir heyecan sarar. O birkaç günlük süre boyunca, hiç durmadan hatta her geçen saniye şiddetlenerek güm güm diye atan kalbimin sesini dinlerim. Çünkü evde herkes bu özel günle ilgili tek kelime etmemeye başlamıştır. Anlarım ben de başıma güzel şeylerin geleceğini. Beklemeye başlarım...

Bu yıl bu güne, yani pazartesi gününe denk geldi doğum günüm. 16'mı bitirdim, 17'me girdim. Buradan size sesleniyorum sevgili birazdan yazacağım cümleyi söyleyen yaşlılar; siz doğum günlerinizde, "Bir yaş daha yaşlandım!" diye yakınıyorsunuz ya, ben niye yakınamayayım? Ben de bir yaş daha yaşlandım işte! "Yaş" denince akla hemen "yaş-lılık", "yaş-lanma" gibi olaylar geliyor, ama aslında "yaş-lanma" sadece size has bir kelime değil ki; "genç" diye sınıflandırılan benim gibilerin de yaşı olduğu yerde kalmıyor, bizler de yaşlanıyoruz ne yazık ki. Neyse, bunu okuyan sevgili Facebook ve Twitter kullanıcısı yaşlı teyzelerimize ya da amcalarımıza bu düşüncemi kabul ettirmek derdinde olmadığımdan, bu durumu en iyi yaş problemleri uzmanı olan matematik öğretmenleri anlar diyerek derdimin ortağı olarak onları gösteriyor ve hızlı bir şekilde bu konudan sıyrılıp ilk paragraftaki konumdan devam ediyorum!

Sabah, kahvaltı esnasında baktım kimseden günün anlam ve önemiyle ilgili çıt çıkmıyor. Almanca sınavım var, babam da bu konuda usta olduğu için onunla sınavla ilgili son tekrarlarımı yapıyoruz. Derken ben masadan kalkıyorum ve aile üyelerinin, "Başarılar!" dileklerinden sonra evden çıkıyorum. Sakın ola ki, "Depresyondayım, zaten sevgilim de yok, benim için çok özel olduğunu bildikleri halde doğum günümü de unutmuş bizimkiler, iyice Yıldız Tilbe'lik oldum şimdi!" modunda olduğumu düşünmeyin. Dizilerde doğum gününün yakın çevresince unutulduğunu sanan ve akşam anahtarla evine girip ışığı açtığında çeşitli ev eşyalarının arkasından çıkan -ışık zaten kapalı, bir daha saklanmaya ne gerek var bunu da anlayabilmiş değilim ya, neyse- arkadaşlarının, "Sürpriiiiiiiiiiiiiiizzz!" diye bağırıp kendisini şaşırttığı o başrol oyuncusu da değilim. Bizimkilerin doğum günümü unutmadığını ve akşama beni güzel hadiselerin beklediğini biliyorum. Bu konuda tecrübeli ve gerçekten şanslı biriyim...

Neyse efendim, okuldan eve geldiğimde çalışma masamın üstünde, güzel bir not eşliğinde hediye paketimi görüyorum. Biliyordum; işte bunu seviyorum! Yine nokta atışıyla tam benlik olan, çok seveceğim bir şey almışlar. Sonra bir de pasta geldi üstüne. Zagor'daki hazine bulmuş denizciler gibi oldum: "Yippeeee!"

Beni arayan herkes (bu seferlik 'benden yaşça büyük olan kişiler' anlamında kullanıyorum bu kelimeyi), "En güzel yaşlar, tadını çıkar, kıymeti bilinmez, insan ileride anlar!" benzeri şeyler söyledi. Ben de, "Haklısınız, ama tahmin etmek aslında pek de zor değil," dedim ve ekledim: "40 yaşıma geldiğimde 15'li yaşlarımı özleyecek olmam çok normal." Sahiden de şimdi o insanlar bana, yani bu yaşlardaki yaşıtlarıma, yani "biz"e çok imreniyorlar. Ben de değerini biliyorum tabii, ama "değerini bilmek" tanımının içine ne girer ne girmez, ileride şunları da yapsaydım keşke diye pişman olur muyum, orasını da ne yazık ki işte 40 yaşına geldiğinde "yaşayarak" görüyor insan. Dolayısıyla bence ben her ne kadar bu yaşlarımı değerini bilerek yaşıyorum desem de, ileride illa ki eksikliklerimi, yapamadıklarımı, keşkelerimi göreceğim. Kaçınılmaz son bu...

Bu arada, "Mert doğum günün kutlu olsun. Ama asıl tebrik etmemiz gereken, senin gibi birini doğurduğu için annen olmalı. Dolayısıyla ikinizi birden kutluyorum." cümlesini kuran ve bende yerleri bambaşka olan iki özel insana bir kez de buradan sevgi ve saygılarımı, teşekkürlerimle birlikte sunuyorum.

Doğum günüm bu sene hafta içine denk geldi, dolayısıyla aile arasında kutlama yapabildik dediğim gibi. Ama aldığım son dakikalara göre birkaç grubun daha eklenmesiyle acısı hafta sonu çıkacakmış (Elbette ki şaka yapıyorum: Biz kutlamamızı zaten yaptık, daha ne olsun! Ama hafta sonu da kaçıranlar için tekrarı var... Müsaitseniz, sizi de beklerim!). Bu arada Almanca konusuna madem girdim, sonucunu da söyleyeyim: 99. Ama sınavlar bitmez ki! "Ah, doğum günü çocukları doğum günlerini kapsayan hafta içinde sınavlardan sorumlu tutulmasalar ne iyi olur!" diyerek beni okuyan öğrencilerin de dertlerine tercüme oluyorum ve çok ama çok fazla gevezelik ettiğimin bilincinde olarak, ama sizin de bir doğum günü çocuğunun istediğini yapmaya hakkı olduğu için (!) beni hoş gördüğünüzü varsayarak, en içten sevgilerimle konuyu kapatıyorum.

Ve...

Şimdi soruyorum size, iyi ki doğmuş muyum?

9 Kasım 2011 Çarşamba

Bugünlerde gündemimde...

Blog işleriydi, okuldu, yoğun dersler ve sınavlardı, zamansızlıktan dolayı uzun zamandır yazamadığım kitabımın stresi falandı derken bayramda biraz kendime geleyim dedim ve soluğu sinemada aldım. İlk iki paragrafta film eleştirilerimi okuyacaksınız, son paragrafta da başlığa uygun olarak gündemimde olan bir konuyu...







Hem yıllardır iflah olmaz bir şekilde çizgi roman müptelası, hem de iyi bir sinema izleyicisi olarak beni Tenten'in, üstelik 3 boyutlu filminden alıkoyacak hiçbir şey yoktu. Gözlüklerimi taktım, eski bir dostu izler gibi Tenten'i izledim ve sinemadan yüzümde koca bir gülümsemeyle ayrıldım. Tenten çizgi romanlarıyla çok fazla bir geçmişim olmamasına rağmen yine de olaylar, karakterler bana çok tanıdık geldi (Çizgi romandan uyarlandığı için olsa gerek. Film bir üçlemenin ilkiydi bu arada, devamı da gelecek yani, müjdeyi vereyim!). Film başlarken izlediğimiz basit çizimli Tenten ve dostlarına bayıldım! Kısa kısa her macerayı özetlemişler. Filmde pek çok sahneyi keyifle izledim, ama özellikle o meşhur çöl sahnesine, "opera" yapan kadının sesiyle camı çatlatmasına ve kahramanlarımız arasında gemi maketinin elden ele geçtiği sahnelere çok daha fazla bayıldım! Filmle ilgili en kötü eleştirimse dedektif (!) Dupont ve Dupond'ların burunlarının çizgi romandakinden çok daha büyük olmasıydı, sizce de söylediklerimde doğruluk payı yok mu? Bu ve buna benzer birkaç surat uyuşmazlığı dışında filmi çok sevdim, 3 boyutla ve giderek yaygınlaşmaya başlayan değişik animasyon tekniğiyle çok hoşuma gitti. Sahi ya, aslında Zagor'u böyle bir filmde, 3 boyutlu olarak izlememiz de hoş olmaz mıydı Allah aşkına? İşte asıl eski dostum olan kişi Zagor'dur, ama ne yazık ki onu böyle bir projede göremedik henüz. Ya da acaba gündeme gelmese de kalbimizi çizgi romanlarından fethetse, doğallığını bozmasa daha mı iyi olur dersiniz? Bunu bilemiyorum ama Tenten filminin oyuncaklarının Mc Donalds'ta olduğunu biliyorum! Ben oyuncaklardan en beğendiklerimi aldım, size de tavsiye ederim...

"Paranormal Activity"... İlk filmi ortalığı kırdı geçirdi, ama ben gitmedim. İkincisi oldu, onu da izlemedim. Arkadaş grubuyla, "Hadi bu filme gidelim!" olunca el mahkum gittim filme. Korkmak istiyordum. Film kanımı dondursun, evde odamın kapısından başımı çıkarıp koridora bakamayayım, karanlıkta yatamayayım istiyordum. Çok bir şey mi istiyordum? Hayır, bir korku filminde olması gereken şeylerdi bunlar! Fikir de güzeldi: Sabit kameraların gözünden izleyeceğimiz bir korku filmi. Ama büyük bir beklentiyle gittiğim filmden hüsranla çıktım... Salonda tek tük korkanlar da olmadı değil, ama ben korkmak istediğim halde başaramadım bunu. Çünkü seyirciyi korkutacak bir unsur yoktu filmde! Bilirsiniz, o klasik sahneler işte: Yanıp sönen ışıklar, duvardan düşen resimler, kendiliğinden kapanan kapılar... Çok kısa süren ikinci yarıda bir ara "gerçek" korku ortamı yavaş yavaş olunca, "Tamam," dedim. "Esas -geç de olsa- şimdi başlıyor film." Ama o da kısa sürdü ve film zaten beklenmedik bir şekilde pat diye bitti. Kısacası zaman kaybı olarak nitelendirdiğim bir film oldu bu. Ne korktum, ne de izlediğime değdi... İster inanın ister inanmayın ama film başlamadan birkaç dakikalık fragmanını izlediğimiz "Musallat 2" bile beni filmden daha çok korkuttu!



Bu resim size tanıdık geliyorsa doğrudur, blogumda da paylaştığım, geçen seneki doğum günü pastam... Durup dururken hatırlatmıyorum elbette, bu sene doğum günüm 21 Kasım Pazartesi gününe denk geliyor ve o hafta bile bizim 1. sınavlarımız hâlâ devam ediyor olacak. Eh, şöyle bir gezdim blogları da, herkes dertlerini yazıp duruyor. Bir seferliğine de ben böyle yapayım dedim... İçimde kalmasın... ;)


Fotoğrafta da gördüğünüz gibi güzel bir ev gezim daha çok yakında blogumda olacak, çalışmalarım sürüyor, inşallah yayımladığım zaman beğenirsiniz... :)

4 Kasım 2011 Cuma

Siz benle röportaj yapıyorsunuz!



Üç tane "Ben benle röportaj yapıyor!" tekniğimin üstüne siz sevgili takipçilerimden aldığım soruları yanıtladığım, yani sizin benimle röportaj yaptığınız bu röportaj aslında büyük bir değişim. O röportaj tekniğimden sıkılanlar da oldu, bunu saçma bulup onun çok daha yaratıcı olduğunu söyleyenler de -ki aslında ben de böyle düşünüyorum. Blogumu takip eden çevremdeki insanlara durumu anlattım ve hepsi de beni kırmayıp en güzel sorularını sordular. Soruların ne hakkında sorulacağına dair bir sınırlama yapmamış, üstüne bir de en "içten" şekilde cevaplayacağımı söylemiştim. Öyle sorular geldi ki, yine de söz verdiğim gibi, daha önceden kimseye söylemediğim şeyleri "içtenlikle" dökülüverdim.

AŞK DOĞAÜSTÜ BİR GÜÇ. HİÇBİR ŞEKİLDE AÇIKLAMASI YOK. O SİHİRLİ GÜCE EMANET EDİYORSUNUZ KENDİNİZİ VE SAÇMALAMAYA BAŞLIYORSUNUZ... TABULARIMI ÖYLE BİR YIKIYORUM Kİ AŞIKKEN, O RUH HALİNDEYKEN YAPTIKLARIMI ANLATMAYA BAŞLASAM İNANMAZSINIZ. ÇÜNKÜ BEN BİLE, "BUNU YAPAN BEN MİYDİM?" DİYE ŞAŞIYORUM KENDİME.

İsimsiz: Neden aşk?
Mert: Bunu ben de sık sık düşünürüm. Genel olarak düşünüldüğünde aslında aşk da hayatımızdaki pek çok duygudan biri değil mi? Neden hep aşk üzerine kuruluyor her şey? Neden nefreti, kıskançlığı, kibiri tartışmıyoruz da aşkı tartışıyoruz? Sorular neden hep aşk üzerine soruluyor? Neden yüzyıllardır aşk savaşı veriliyor? Çünkü insanda en büyük etkiyi yaratan, insan hayatına yön veren en önemli duygu her seferinde aşk oluyor. En yoğun yaşadığımız duygu hiç şüphesiz aşk. İşte bu yüzden aşk. Ha bir de benim bütünüyle aşkın içinde olmam gibi bir durum söz konusu, o ayrı.
Hasret Demir: Aşkın gelişi sahiden de aklın gidişi midir?
Mert: Kesinlikle. Başkalarını bilemem, ama benim için bu, kesinlikle böyle. Aşık olduğum zaman yaptıklarımı şimdi burada anlatırsam büyük ihtimalle okuyucunun tepkisi, "Ne? Bu kadar da olmaz!" tarzı ifadeler olacaktır. O derece dizi tadında yani. Aşk için normal zamanlarda, yani aklım başımdayken yapmayacağım o kadar çok şeyi yaptım, yapıyorum ve yapacağım ki... Normalde de duygularıyla yaşayan biriyimdir, ama aşık olunca akıl ve mantık hepten arka planda kalıyor! Tabularımı yıkıyorum aşık olunca ve aşkın tutku sarmalından çıktıktan sonra, "Bunları yapan ben miydim?" diye kendime şaşırıyorum. Aşk doğaüstü bir güç. Hiçbir şekilde açıklaması yok. Yani aslında aşık olan kişinin iradesinde olan bir şey değil yaptıkları. O sihirli güce emanet ediyorsunuz kendinizi ve saçmalamaya başlıyorsunuz. Yine de, sonuç ne olursa olsun, aşık olmak güzel bir şey...
Kübra Arslan: Blogunda da sürekli aşk şiirlerini/şarkılarını paylaşıyorsun... Bu sözler birine yazılıyor sanki? (En çok sorulan soru)
Mert: Özellikle bir kişiye yazdığımı söylemem doğru olmaz, ama yaşanmışlıklardan hareketle yazıyorum diyebilirim. Birikimler, ilhamlarla birleşince ortaya güzel sonuçlar çıkabiliyor. Ama zaten paylaştığım şiirlerimde anlattıklarımın hepsi de illa benim düşüncelerim değil. "Nasıl?" diyeceksiniz şimdi, ben de diyeceğim ki, biraz oyunculuk yapıyorum. Mesela şu durumda olan bir kişi neler düşünebilirdi, diye düşünerek kalemi elime aldığım da oluyor. Ama çoğu bende yaşanmışlığı olan şeyler tabii ki.


ASLA VE ASLA KİN GÜTMEM. NE OLURSA OLSUN SIRALAMAYI "SEVDİKLERİM", "ÇOK SEVDİKLERİM" VE "EN ÇOK SEVDİKLERİM" OLARAK YAPARIM!


İsimsiz: Kin güder misin? Pek öyle bir havan yok aslında...
Mert: Doğru tespit. Asla ve asla kin gütmem. Yapacağım en son şeylerden biri olacaktır bu. Tamam, daha çok gün görmüş/geçirmiş biri olmayabilirim, ama bu yaşta olmama rağmen bana (kendi çapımda) vurucu darbe indirmiş birkaç kişi de olmadı değil. Yine de, hayatımda "nefret ettiklerim" diye bir kategori yoktur. Sıralamayı "sevdiklerim", "çok sevdiklerim" ve "en çok sevdiklerim" olarak yaparım. Ya da şöyle söyleyeyim: Sevdiklerimi derecelendirmekten sevmediklerimle ilgilenmeye zamanım kalmaz!
İsimsiz: Hayatta "iyi ki"ler ve "keşke"ler arasında gidip gelir misin?
Mert: Ne yazık ki evet. Aslında geçmişten de ders alarak anı yaşamak gerekiyor, ama "keşke"si olmayan insan var mıdır bilmiyorum. Gerçi benim daha yaşım kaç ki! Yine de "keşke"lerimi azaltıp "iyi ki"lerimi çoğaltmaya bakıyorum.
Ömer Şen: Uzaya merakın var mı?
Mert: Gizemli olan her şeye olduğu gibi, uzaya da merakım var. Biz dünya işleriyle yuvarlanıp giderken, kim bilir uzay denen o karanlık boşlukta neler oluyor? Bu arada bu soruyu blogumun adının "Mert'in Gezegeni" olmasıyla bağdaştırarak sorduysanız, bu güzel yaklaşımınız için sizi tebrik ederim. Ama buradan söyleyeyim: Gezegeni'mle uzay merakımın bir alakası yok (Gülüyor)!
Pınar Baki: İdeal tatilin nasıl olmalı?
Mert: Marmaris'teki herhangi bir tatilim, benim için "ideal tatil" olmuştur zaten (Gülüyor)! Ben o şehre aşığım ve daha iyisini bulana kadar ideal tatil mekanım orası olarak kalacaktır. Elbette ki görmeyi istediğim pek çok ülke, bölge, farklı doku var; ama şu an hepsine eşdeğer olan tek bir yer tanırım, o da Marmaris...
İsimsiz: Aşık olmak ve sen diye soracak olsam...
Mert: Etkilenmeler oluyor tabii, ama aşık olmam hiç kolay değil. Aşık oldum mu da aşkı en küçük hücreme kadar yaşarım. Vazgeçmem çok zor olur. Bu nedenle de daha şimdiden büyük aşkların adamıyım (Gülüyor).
Arda Demirbay: Çizgi roman dizilerin, şiirlerin, yazı dosyaların... Geçenlerde paylaştığın "Ruhumu Sana Soymuştum" mesela; ben o şiirine bayıldım, hakikaten yetenekli olduğunu kanıtladın! Nasıl bu kadar güzel eserler yaratabiliyorsun?
Mert: Öncelikle bu güzel iltifatlar için çok teşekkür ederim. Yaptıklarımı sen güzel buluyorsun, belki bir başkası beğenmeyebilir. Ama madem ki bunu beğenen biri olarak sen soruyorsun, ben de cevap olarak derim ki küçük yaştan beri "sanat" dediğim bu işin içinde olmam ve yaptıklarımı yıllardan beri, kendimi bildim bileli severek yapıyor olmam, "güzel eserler yaratmamda" en büyük iki etkendir. Biraz havalı olacak belki ama, bunlarla büyüdüğüm için aslında her sene alanımda daha fazla olgunlaşıyorum. Kendimi bildim bileli dergi çıkarıyorum, kitap yazıyorum, çiziyorum, tiyatro oynuyorum, kısa film çekiyorum... Hayal gücümde üretip üretip duruyorum. Yaptıklarımı beğenmeni de, yıllardan beri bu dünyanın içinde olmamla açıklarım hiç şüphesiz.

BLOGUMLA OKULUMDAN ARTA KALAN ZAMANIMDA İLGİLENİYORUM DEMEM YANLIŞ OLUR. ÇÜNKÜ TERAZİMİN BİR KEFESİNDE OKULUM VARSA DİĞER KEFESİNDE DE BLOGUM VAR. ZATEN BLOGUMLA BU KADAR FAZLA İLGİLENMESEYDİM KİTABIMI ŞİMDİYE DEK ÇOKTAN BİTİRMİŞ OLURDUM.

İsimsiz: Kitap yazıyordun sen? Nasıl gidiyor?
Mert: Yazın ortasında, hatta sonlarına doğru başladım kitabıma ve o bir buçuk aylık süre içerisinde romanımı yarıladım diyebilirim. Şimdiyse okul yüzünden hiç ilgilenemiyorum! Sınavlar da başladı. Eğer devam etme imkanım olsaydı, eminim ki kitap şimdi bitmiş olurdu. Ama okulumdan arta kalan zamanımda, hatta arta kalan demem haksızlık olur, okulu bir kefesine yerleştirdiğim terazimin diğer kefesinde blogumla ilgilenmekteyim. Görün sizi ne kadar sevdiğimi (Gülüyor)! Yani okulla birlikte blogumu devam ettiriyorum, kitap yazmak ise uzun ve detaylı çalışma gerektiren bir sabır işi. Evet, gerçekten de tam anlamıyla sabır işi. Yine de boş zamanlarımda blogumdan sonra yaptığım (daha doğrusu yapacağım) ilk şey romanımı tamamlamak. Yani aklımda hep o var da, icraat kısmı için pek zamanım yok. Eğer okula gitmeseydim neler neler daha yapardım! Rafa kaldırdığım o kadar çok projem var ki... Bunların yasını şimdi olduğu gibi gelecekte de tutacağım sanırım (Gülüyor).
Batuhan Emral: Blogunu oluşturmanın 3. yılını kutladın 20 Eylül'de... Bu zamana dek hiç sıkılıp bırakmayı düşünmedin mi?
Mert: Bu konu için kullanıldığında "sıkılmak" eylemi, bana çok uzak olan bir sözcük. Aslında bu sorunun cevabını "Ben benle röportaj yapıyor! -3"te detaylı bir şekilde açıklamıştım ama kısaca söylemem gerekirse ben ilk dergimi 2003 yılının Kasım ayında çıkardım. Sekiz yaşındayken. O zamandan bu zamana hiç ara vermeden ilk günkü heyecanımla yazmaya, çizmeye devam ettim, ediyorum. Yani eğer sıkılsaydım, yıllardan beri çoktan sıkılırdım. Ama ben şimdiye dek hiç sıkılmadım, şimdiden sonra da pek bir değişiklik olacağını sanmıyorum. Eskiden işlerimi nasıl yürüttüğümü o röportajda uzun uzun açıklamıştım. Şunu söyleyebilirim ki tek fark artık internet sitem var ve yaptıklarımla herkese ulaşıyorum.
İsimsiz: "Facebook" ya da "Twitter" açsan çok güzel reklam yaparsın. Ama sen bunlara karşı direnmekte ısrarcısın? (En çok sorulan soru)
Mert: Aynen öyle. Ben blogumda iyiyim. Herkes marifetmiş gibi her an her yerde o dediğiniz iki şeyle ilgileniyor. Telefonundan girenler tuvalette bile "Facebook"ta, "Twitter"da! Hani su geçirmezleri icat edilse banyo yaparken bile ellerinden düşürmeyecekler! Sesli harfleri yazılmayan kelimeler, herkesin her şeyi "beğen"mesi de bir başka mesele... Tamam, teknoloji gelişiyor, çağ değişiyor, elbette ki bunlardan yararlanmak lazım. Zaten bu röportajı şu anda size ulaştıran da teknoloji, bu çok güzel bir durum. Ama bir şey hayatın bu kadar içinde olunca, tadı kaçıyor, bu da beni sinir ediyor. İşte bu yüzden ben blogumda iyiyim...
Batuhan Emral: Blog veya benzeri sayfalarda seni görmeye ne kadar süre daha devam edeceğiz?
Mert: Blogumla bütünleştim artık, ondan kopmam mümkün değil. Kağıtlara yaptığım dergilerden bloga geldim ben. Şimdi geriye dönüş yapmak haneme eksi katar. Yeni bir format bulana kadar ya da yaptıklarımı sergileyeceğim farklı bir alan bulana kadar, blogumu etkin bir şekilde kullanmaya devam edeceğim.
Batuhan Emral: Kendini bir cümle ile tanımlayacak olursan...
Mert: "Her duyguyu içinde bine bölüp yaşayan" biri cümlem henüz blogumda paylaşmadığım bir şarkıma ait... Bu tanım beni anlatıyor mesela. Kendimi pek çok açıdan pek çok farklı şekilde tanımlayabilirim, ama şu anda aklıma gelen bu oldu. Ve bir de, "Sözde değil, özde" bir insanımdır. Dilimde değil, kalbimdedir sevdiklerim. Konuşmak bedava olduğu için yapmacık davranabiliyor insanlar. Herkesin her söylediğinin içten olmadığını "herkes" biliyor. Pek çok kişi birbirine öpücükler dağıtırken, arkalarını döndüklerinde birbirlerini çekiştiriyor! Bana karşı da böyle davrananlar var. Bilmediğimi sanıyorlar ama dediğim gibi aslında herkes karşısındakinin ne olduğunu bilir. Zaten hiç sevmediğim iki insan tipi varsa onlar da ikiyüzlü ve yalancı insanlardır.
İsimsiz: Blogunda şarkı sözlerini paylaşıyorsun ama bestelerini dinleyemiyoruz? (En çok sorulan soru)
Mert: Bunu söyleyen o kadar çok kişi var ki, en sonunda kafama iyice yerleşecek ve harekete geçeceğim! Şarkı söylemeyi, özellikle de kendi yazıp bestelediğim şarkıları söylemeyi çok seviyorum. Ama sesimin dışarıya sunacağım derecede iyi olduğunu da düşünmüyorum. Aslında kendimi bu açıdan Sinan Akçıl'a benzetiyorum. Besteci ve söz yazarıyken şarkı da söyledi ve kimileri beğendi, kimileri beğenmedi. Ben söylersem acaba hangi taraf ağır basar? Geçen sene tiyatrodaki rolüm gereği söylediğim Türk Sanat Müziği parçalarındaki sesimi beğenenler olmuştu, sanırım "pop" sınıfına girebilecek olan şarkılarım da kimilerince beğenilebilir. Ama yine de şimdilik kendime şarkı söylemem en iyisi gibi görünüyor (Gülüyor). Ya da şöyle söyleyeyim; bu tarafımı geliştirmem için pek zamanım yok.
İsimsiz: Blogunda yakın zamanda neler göreceğiz?
Mert: Bu röportaj uzun zamandır aklımdaydı... Zaten ben haftalardır/aylardır üstünde çalıştığım bir dosyamı "Kaydı Yayınla" tuşuna bastıktan sonra "eski" bir paylaşımım olarak görmeye başlıyorum! Yani aklım hep bir sonrakini düşünüyor. Hani sanatçılara sorulur ya, "Eserlerinizin çok çabuk tüketildiğini düşünüyor musunuz?" diye, işte ben bizzat kendim çok çabuk tüketiyorum yaptıklarımı. Aslında hepsi zaman, emek, uğraş, sabır, özen isteyen şeyler... Böyle birkaç gün içinde eskimesi kötü bir durum; kaldı ki bir de ben blogumu çok sık güncellediyorum... Bu röportajımı yayımladım, şimdi yine her zaman olduğu gibi sırada çok şey var. Ev dosyalarımı özellikle beğenen bir takipçi grubum var, onların yine çok beğeneceğini umduğum harika bir ev gezim yakında blogumda olacak. Farklı şehirlerde farklı gezi yazılarım da yine yakın gelecekteki planlarım arasında. Bunlar dışında her konuda yazdığım yazılarım ve paylaştığım şiirlerimle de karşınızda olmaya devam edeceğim. Dillendireceğim projelerim şimdilik bunlar. Aslında bloguma çok ağırlık veriyorum, blogumu çok sık güncelliyorum, biraz da yarım kalmış kitabıma zaman ayırsam hiç fena olmayacak ama...

Not: Soru sorması için yanlarına gittiğim arkadaşlarıma, beni kırmayıp sorularını sordukları ve isimlerinin yayımlanmasına izin verdikleri için, isimlerinin görünmesini istemeyip "İsimsiz" olarak yazdıklarıma da yine aynı şekilde çok teşekkür ederim. Bu arada ilginç bir tezat oldu burada: Kendimle yaptığım üç röportajımda "Ben"in "Mert"e "Siz" diye seslenmesine karşın burada sorular bana "Sen" diye soruldu ve ben de "Sen" diye cevap verdim. İlginç... Gerçekten ilginç... :)