Hepinizi bu yazıyı yazıyor olmanın verdiği büyük mutlulukla selamlıyorum. Öncelikle şunu söylemeliyim ki bu, çok uzun (kelimenin tam anlamıyla uzun, sanıyorum üç aydır) bir süredir içimde biriktirdiklerimin yazısı olduğundan sonuna kadar okuyabileceğinizi zannetmiyorum. "Üniversite" teriminin henüz hayatımda olmadığı, bir "liseli" olarak geçirdiğim son yaz tatilimin başlığı etrafında şekillenen yazım duygularımı, hayallerimi, neredeyse her konudaki düşüncelerimi içerecek bir şekilde elimde olmadan dallanıp budaklandı. Bu yazıda bana ve kafa yapıma ait her şeyi bulacaksınız. Yazın ne izlediğimden nereleri gezdiğime, on ikinci sınıf olmanın verdiği zorluktan bir yandan da blogumu devam ettirme çabalarıma, arkadaşlık ilişkilerimden "sanat" hayatıma dek her şeyi! Bugüne dek yazdığım en uzun yazı olacak olan bu yazıyı sonuna kadar okuyabilme cesareti gösterene ödül de var!
*
Yazımın başlığını "Liselinin son yazı" olarak değiştirip değiştirmemek arasında gidip geliyorum. Evet, uzunluğunun yanında başlığının ne olacağı konusunda da en kararsız kaldığım yazım bu olacak sanırım.
*
Yazımı okumaya üşenip sadece kırmızı-kalın puntoyla yazılmış yerleri okuyarak beni atlatacağınızı mı sandınız? En üzgün halimle yanıldığınızı söyleyebilirim. Ben yazılarımda önemli olan yerleri değil, önemsiz olan yerleri renkli yazarım. Geriye kalan her yer önemlidir çünkü ve ben yüzlerce cümleyi kırmızı puntolu yazacak bir "blogger" gibi görünmüyorumdur umarım? Burası ciddi ve saygınlığı olan bir blog, arkadaşlar. Haydi şimdi işimize dönelim.
*
Nostaljik film tadında bir yaz daha geride kaldı... Ne çabuk
geçti film şeridi gibi! Bu sene de öyle geçecek. Bu yazıyı yazdığım günü, dün gibi hatırlayacağım. Ve bunu muhtemelen sınav kapısında hatırlayacağım. Ha henüz bilmeyenlere; bu yıl YGS ve LYS derdiyle boğuşmam gerekiyor. Evet, her sene etrafımda birilerinin bu sınavlar için çalıştığını duyardım. Şimdi de başrolde ben varım işte. Ne güzel ama, değil mi!
Kitabımı -yazmakta olduğum romanımı- bitirdiğim için çok
mutluyum. Ben de bittim tabii, orası ayrı. On birinci sınıfta başlayıp yine on birinci sınıfta bitireceğim diye başından beri kafama koymuştum, bu amacıma ulaşmış olmanın neşesi içindeyim. Asıl güzel haberim ise şu ki kendimi sonunda kitabımın bu yıl içinde çıkmaması gerektiği konusunda ikna edebildim. Evet, sonunda. Uğraşmam gereken eğitim işlerim varken -üniversiteye giriş sınavı, bu hiç de hafife alınacak bir konu değil- diğer yandan da kitabımla ilgilenebileceğimi sanıyordum, hoş yine böyle sanmaktayım, ama şimdi bu riske girmeye değmeyeceğinin bilincine eriştim. Üniversitenin ilk senesinde (eğer hâlâ o eski heves ateşimden bir şey kaybetmemişsem) kitabımla ilgilenmek için epey vaktim olur diye sanıyorum ne de olsa.
*
Kitabımı bitirmekle aşırı bir biçimde -deli gibi, gerçekten de bir deli gibi- uğraştığım ikinci dönemde bilgisayar başında klavyeye ve ekrana eğilmekten dolayı felç olan omuz-sırt bölgemin başıma bir iş açacağını o zamandan beri biliyordum. Ama yaza güvenmiştim. Denizde sırt üstü yatmaya güvenerek bir kış boyu sırtımı çürütmüş, "Nasıl olsa denizde sırt üstü yatarak ağrılarımı dindireceğim," düşüncesiyle bu sağlık sorununun çözümünü yaza ertelemiştim. Ama hiç de öyle olmadı. Birkaç sebepten ötürü denizde hiç de istediğim gibi rahatça ve yayılarak uzun süre sırt üstü yatamadım. Yine de bu tip şeyleri şu an için pek takmayan bünyemin başına ileride bir "kamburluk" sorunu gelip gelmeyeceğini bilemem. Amaaaan, saatlerce bilgisayar başında kalan bir sürü insan varken bunu da neden ben düşünüyorsam!
*
Blog ve kitap çalışmalarım nedeniyle omzuma giren ağrılar sonucunda yaz başını göremeyen sol köprücük kemiğimi iskelet cennetine uğurladım. Bir kayıpla girdim yani yaza... Mezar taşına da şunları yazdırdım: "Elveda sol köprücük kemiğim! Hatıraların daima iskelet sistemimde yaşayacak..." Onu gerçekten hissetmiyorum. Eriyip gitmiş olmalı.
Merhaba sevgili okurum, aslında bu yazıyı ilk başta “tatil dönüşü şehir hayatına
adapte olamama” konusu etrafında yazacaktım (Sanki tatile gidilen yer
şehir değilmiş gibi!). Ama sonra baktım ki benim söyleyecek çok sözüm var, yani denizde kum bende konu olduğu için, bu konuyu da es geçmeyerek yeni yazımı yazmaya başladım. Yoğun geçecek –ve hatta şimdiden geçmeye başlayan– bir
yıla kayıtsız kalmak için şu dakikadan itibaren hiçbir bahanem kalmadı. Haziran-Temmuz
aylarında buralardan uzaklaşıp “yıllık” Marmaris tatilimi yaptım, düzenli
olarak her gün bisikletime bindim ve şehirde girmedik delik bırakmadım,
bedenimi –aslında zihnimi, ama benim gibi biri için bu pek mümkün olmuyor–
suyla sakinleştirmeye çalıştım ve enerji depolamış bir şekilde geri döndüm. Her
sene kendi kendime tatil başlamadan önce, “Tatilde blog yok. Yazma işleri yok.
Yeni fikirlerle çalkalanan bir kafa yok. Çizgi roman yapmak yok. Röportajlar yok. Gezi yazıları yok. Evleri fotoğraflamak
yok. Şiir yazmak yok. Ve tüm bunların stresiyle sivilcelenmek yok.” gibisinden kararlar alıyorum, ama zerre kadar uymuyorum!
“Ciddi şehir hayatımda” yaptığım işleri, üstümde mayoyla ve gözümde güneş
gözlüğüyle, dışarıda kırk beş derece sıcak varken yapıyorum sadece, o kadar.
Yani aşık olduğum Marmaris’in havasıyla ister istemez enerji topluyorum bir
yandan, ama bir yandan da topladığım enerjiyi yine orada tüketip, “ciddi şehir
hayatı yaşamak zorunda olduğum şehrime” nötr bir şekilde dönüyorum. Vay be, derdimi güzel anlattım gibime geldi!
*
Evet, sanırım uzuvlarımda her sene
görülen geleneksel “Dibi görünen, berrak, taşlı-balıklı Ege/Akdeniz denizinden
sonra yosunlu, pis kokan ve çamurlu-kayalıklı Karadeniz denizine alışamama”
sendromuna yakalandım yine. Korkacak bir şey yok. Dolayısıyla hâlâ o zorlu yıla
kayıtsız kalma bahanesi içinde olabilirim galiba. Ne sanıyordunuz? Palmiyelerin
arasında yaşam enerjimi bulduktan sonra gönlümü oralarda öyle kolayca
bırakabileceğimi mi? Bedenim burada ama kalbim hâlâ Marmaris’te... Eskiden
dönmek beni ağlatırdı, çocukken işte (Gerçi orada yaşayan akrabalarımdan ayrılıyor olmama ve bir daha bir yıl sonranın yazında görüşecek olmama da ağlıyor olabilirdim)... Şimdi buna da şükür diyorum.
Bu arada söz hazır Marmaris'ten açılmışken bu yıl da yine orada istediğim güzellikle besteler yaptım, şarkı sözleri yazdım. Geçen yıl şimdi kalbimde taşıdığım güzel bir şiirimi/şarkı sözümü orada yazıp bestelemem benim için bir dönüm noktası oldu. Her şeyin başlangıcıysa çocukluğumda anneannemin güneşten elli derece olmuş arka balkonundaki o küçük masanın üstünde saman kağıda yazdığım ve yine çocukça bestelediğim ama büyük bir aşkı anlatan şiirimdi. O zamandan beri kendi şehrimde yazdığım şiirler bir tarafta, Marmaris'te yazdıklarımsa bambaşka bir taraftadır benim için. Ve tabii ki orada gelen ilhamlar her zaman daha kıymetlidir.
Tüm yıl boyunca beklediğim
tatilimi, kazasız belasız ve doya doya geçirdiğim için mutluyum kısacası. Ama Temmuz'un ortalarında döndüm ve sonrasında da kendi şehrimde pek bir şey yap(a)madım. Ne
demişler, her güzel şeyin bir sonu var, ya da buna benzer bir cümle işte.
Zaten diyorum ya, tatilden döneli iki ay oldu! Bu hislerim şimdi yerini "hayat devam ediyor"a bıraktı. Marmaris'le ilgili anılarımı, sanki hiç gitmemiş gibi unuttum döndükten bir gün sonra. Hep öyle olmaz mı zaten? Oraya gidince de sanki günlerdir oradaymışım gibi hissederim.
Şimdi bu yılki yoluma başlamadan önce
kendimi frenlemem gerekecek. Çizgi roman yapma isteğime karşı veya ikinci
romanımı yazmaya başlama arzuma karşı. Buna direnmek, inanın sandığınızdan çok
ama çok daha zor benim için. Hadi bakalım, kolay gelsin. Ama ben hatırlıyorum
kendimi, SBS’ye girmeden bir gün önce bile (saman kağıtlara dergi
yapıyordum o dönemler) çizgi roman yapıyordum. Yani aslında hayatımın bir
parçası bu. Bir yandan devam ettireceğim artık. Çizgisinde korursam sorun olmaz
sanırım.
Ah, o kadar çok fotoğraf çektim ki
yine, şimdi hangisini nasıl sunsam diye kara kara düşünmekteyim! Gezi yazısı
yapmak için malzemem o kadar çok ki! Zaman zaman bana dert veren
bu işlerden zaman zaman kaçıp kendimi bir adaya atasım gelmiyor değil! Mesela geçen yıl İstanbul'un daha az bilinen ya da bu tip gezi yazılarına daha az konu edilen semtlerini, sokaklarını, caddelerini gezdim ama daha yayımlamaya fırsat bulamadım! Çünkü ben aslında oraları "gezmedim", sadece sizler için "fotoğrafladım" ve şimdi de o işin altından kalkmak bana o kadar güç geliyor ki, o İstanbul gezimin notları-resimleri öylece duruyor bir kenarda. Bilgisayarımda üç-beş klasör işgal ediyorlar sadece. Hoş gezdiğim her yeri blogumda paylaşmıyorum ben de, ama İstanbul'da gezdiğim çok tanınmış-az tanınmış semtlerde amacım bloguma koymak olmuştu... Aslında şunu fark ettim ki amacım bu olunca anı yaşayamıyorum, "kutsal amacı" yerine getirmeye çalışan bir robot haline geliyorum. Yani gezi esnasında kafamda bu olmadan fotoğraflar çekmem ve eve dönünce bir gezi yazısı yapmaya karar vermem daha iyi oluyor o işin başarısı ve kendim için de.
*
Şimdi yazının tam da bu noktasında sizleri en çok şaşırtacak şeyi açıklıyorum: Ben aslında şu anda yapmakta olduğum işten pek memnun değilim. İçerikten değil, fotoğraf olayından bahsediyorum: Tatilden fotoğraflara yer vermek güzel, ama
işin içinde kıyafetler ön plana çıkınca ben terlemeye başlıyorum. Neden mi?
Bizim insanımız yüzünden! Fotoğraflar anlık çekiliyor, o sırada üstünde çok
marka bir kıyafet varsa, “Parası var, havasını atıyor!” burun kıvırmalarına;
çok sıradan bir kıyafet varsa da, “Bu kıyafetle resim mi çektirir insan!”
eleştirilerine maruz kalabiliyorsunuz. Zaten benim takipçim de kaliteli-kemik bir takipçi. Beni bu tip "ego" olaylarında görmek istemiyorlar. Haklılar da. Ben de istemiyorum hatta. Ama şurada itiraz etmeye hakkım var: Benim derdimin "o tarz şeyler" olmadığını zaten benden iyi biliyorlar. İyisi mi, bu benim ilk ve son
“modelliğim” olsun (MG’nin yaş günü için yaptığım özel konsept dosyadaki
çalışmayı saymıyorum elbette). Yazıya devam edelim!
Şimdi de "Dershaneden ne umdum, ne buldum" bölümüne geçiyoruz arkadaşlar.
*
Öncelikle şunu söylemeliyim ki dershaneler geç başladı. Mademki artık "sınav öğrencisi"yiz biz, daha erken başlaması gerekiyordu. Bir farkımız olmalıydı. Ve bu fark bir-iki hafta olmamalıydı. Sürekli, "Benim sayemde halledeceksiniz! Soru kaçırmayacağınıza garanti verebilirim!" deneceğine, faaliyete geçilsin. Artık o isteksiz öğrenci-istekli öğretmen yok. İsteksiz öğretmen-istekli öğrenci var. Öğrenci bilinçli artık, neyle karşı karşıya olduğunun farkında. Yani zaten kırk dakikalık olan bir dersin öğretmeninin "On dakika kaldı, burada bırakıyorum, bir sonraki konuyu iyi kavramanızı istiyorum," demesine ihtiyacımız yok. Sonra da bu öğrenciler sınavı niye kazanamıyor muhabbetini yine onlar başlatıyor. Ayrıca LYS konularını ikinci döneme saklayan dershaneler, yahu bu "sınava sınav akşamı çalışan öğrenci" halleri nedir Allah aşkına? Siz programı böyle yapıyorsanız, tabii ki bir şey kazanamayız bizler!
*
Aslında benim içimden geçen şu: "Dershaneye gideyim ama bir lezzet olarak. Ben esas kendim çalışayım. Kimseye bir iş bırakmayayım." Doğru olan şeyi biliyoruz aslında hepimiz, ama bir de uygulasak...
*
Bazen en beklemediğim kızlar en
beklemediğim işleri çeviriyorlar. Kendime not: Dikkat!
*
Bazen de beklediğim erkekler
beklediğim hareketleri sergiliyorlar. Kendime not: Şimdilik sorun yok!
*
Bazen, bazı arkadaşlıklar öyle
sessiz sedasız biter. Ağlarım içimden.
*
Bazen de, gürültülü patırtılı bir
biçimde biter arkadaşlıklar. Dışarıdan ağlar bu sefer de insan. Eğer bitecekse
bir arkadaşlık, sakince bitmesi, iki taraf arasında gizli bir anlaşma
yapılmışçasına sona ermesi daha iyi sanırım.
*
Ama keşke hiç bitmese. Araya duvarlar girmese. Ciddi anlamda duvardan bahsediyorum. Gerçek anlamıyla. Sınıflar ayrılınca diyorum, arkadaşların arası da garip bir biçimde verilen emirmişçesine açılmasa.
*
Arkadaşlık ilişkileri gerçekten o
kadar hassas bir dengede ki... Kefeleri eşit olan bir terazi gibi. En ufak bir
temas halinde her şey allaklaşıp bullaklaşabilir. Dünyalar da sizin olabilir,
elemler de. Bazen sabır ve duygu eşiğimi zorlayan olaylarla karşılaşıyorum. Bu
yıl fena şeyler olmasa bari (Ne olur olmasın, ne olur olmasın). Başıma gelecek
tüm kötü şeyleri faiziyle birlikte seneye karşılayabilirim, söz veriyorum!
Dershanedeki matematik hocasını
Dylan Dog’a feci şekilde benzetiyorum. Evet evet, şu bizim çizgi roman
karakteri olana. Onu görünce aklıma sayıların, karelerin, köklerin gelmesi lazım normalde ama her seferinde Zagor falan geliyor ve bu benzerliğe bir kez daha dikkat çekiyorum.
*
Bazı kızlar dershaneye sadece süslerini göstermek için geliyor gibiler. Böyle tiplerin Ocak'tan sonra işin ciddiye binmesiyle iyi bir tokat yiyeceğini düşünmekteyim.
*
Şimdi de sırada "Çılgınca fikirlerim var!" bölümü...
*
"Krem" dizisinin adını "Peeling" olarak değiştirmek istiyorum!
*
"Voltaren" diye yeni bir dizi yapıp sürünce ağrıları geçip Herkül'e dönüşen, ama beş dakika sonra etkisi dinince tekrar eski ihtiyar haline kavuşan adamın dramı karşısında Türk seyircisini ağlatmak istiyorum.
*
Tamam, şimdi de televizyonla ilgili ciddi notlarıma geçmek istiyorum.
*
Bu sezonun en iyi üç fragmanı bence şu dizilerin: "Muhteşem Yüzyıl", "Kuzey Güney", "Suskunlar". Çarpıcı sahnelerle iyi geçecek bir sezonun müjdesini verdiler. "Umutsuz Ev Kadınları" ise çoğu diziden daha iyi olan/işlenen içeriğini sezon fragmanına taşıyamamış. Gerilim veren bir fragman yaparak sezonun karanlık tarafına dikkat çekebilirlerdi, kahkahayla geçeceğini zaten biliyoruz çünkü.
*
Songül Öden'e canlandırdığı Yasemin karakterinden ötürü ödülü ne zaman verilecek acaba?
“Çıplak Gerçek”le birkaç hafta
önce tanıştım. Gerçekten iyi bir dizi. Oyuncular çok iyi. İzlemeye
başladığımdan beri diyorum: Bence Hazal öldü, bu işleri onun arkasından başka
biri çeviriyor. Dizinin ilk bölümlerini izlememiş-kaçırmış olsam da, hislerim öyle söylüyor.
Finalde göreceğiz bakalım.
*
Nasıl ya? "İnsanlar Alemi"nin oyuncuları tam kadro "Şen Yuva"da oynamışlar zamanında? Yapımcılar falan mı aynı, neden bu grup anca beraber kanca beraber, yıllardır her yerde aynı anda aynı sahnedeler? İyiler de.
*
"Benzemez Kimse Sana" dün akşam 19.30'da başladı 01.00'da bitti! Tam beş buçuk saat sürdü ve ben de başından sonuna kadar izlediğime inanamıyorum. Ama Seyfi Dursunoğlu ve Huysuz Virjin için değerdi. Kahkahayla izledim. Erol Evgin on iki hafta boyunca Huysuz'u sineye çekti ama son akşam artık dayanamayarak "Bip Seyfi bip bip Seyfi!" diye seyirciyi de arkasına alarak Huysuz'a cevap verdi. O kadar dayanmıştı, keşke biraz daha dayansaydı. Ama yine de beyefendiliğinden ödün verdiğini düşünmüyorum. Sonuçta gülmek onun da hakkı. Yeteneklerse muhteşem. Uğur Arslan, Ümit Erdim ve Bay J erkeklerde, Asena da kızlarda favorimdi. Hey, zaten yarısını saymış oldum ama ne yapayım, iyilerdi.
*
"Gumball" müthiş bir çizgi film. Ağustos'tan beri bağımlısı oldum, izleyip izleyip gülme krizlerine giriyorum. Çok yaratıcı, ilginç bir formatta değişik/zeki esprilerle aslında büyüklere de fazlasıyla hitap ediyor. "Angelo Rules" da alternatifim, o da çok komik. Geçen yaz da "Gumball"a sardığım gibi "Flapjack"e sarmıştım. Ey gidi "Sünger Bob", nerelerdesin sen şimdi?
*
Bazı dizileri izlemem, ama istediğim zaman televizyonu açıp karşıma çıkacak olmaları beni mutlu eder. "Zehirli Sarmaşık", "Cuma'ya Kalsa" ve "Üsküdar'a Giderken" öyle dizilerdi mesela. "Cuma'ya Kalsa"yı sanırım hiç izlemedim. "Üsküdar'a Giderken"i de bir bölüm izledim. Ama bitmeselerdi keşke, illa çok mu izlenmesi gerekiyor bir dizinin devam etmesi için? Yeterli kişiye ulaşması yetmiyor mu?
"Zehirli Sarmaşık" daha farklı aslında. Sevilen, tutulan bir diziydi geçen yaz. Ama birdenbire o da bitti. Ben çok sevmiştim o diziyi. Çünkü başrollerinde rolüne çok yakışan, doğal, duru Aslı Tandoğan ve "Küçük Sırlar"dan beri hayranlıkla izlediğim İpek Karapınar vardı. Konusu da iyiydi, güzeldi. Bitmek zorunda mıydı? Bir diziyi tüm Türkiye izlemiyor diye bu o dizinin yayından kalkması gerektiği anlamına mı geliyor?
*
Funda Arar, Nadide Sultan, Sıla, İzel ve Ziynet Sali'nin albümlerini tanıttığım yazımı çok tıklamışsınız. Aşağıda linkine yer veriyorum, bu yazın güzel albümleri bence onlarınkilerdi.
*
Bu sezon başrolsüz diziler
izleyeceğiz, haberiniz olsun.
*
Çoğundan olmuştur da zaten (Ben bu yazıyı yazmayı üç aydır düşündüğüm için güya önden öne haber verecektim de). “Adını Feriha
Koydum”da diziye adını veren Feriha birdenbire ortadan kayboldu. Ekrana
karizmatik bakışlar atarak izleyici kazanmaya çalışan Emir ve yeni yolu da
nereye kadar gider, orası sizin izlemenize kalmış, ben almayayım. “Öyle Bir
Geçer Zaman Ki”den yalnızca dizinin maskotu olan Osman çıkmakla kalmadı, Aylin
ve Ali Kaptan da kadroya elveda dedi. Kalan karakterler ve eklenen tipler de diziyi
ne kadar götürür bilinmez. “Yer Gök Aşk” ve “Lale Devri”ne gelince, bu iki dizi
zaten başından beri bir türlü dikiş tutturamamıştı. “Yer Gök Aşk”la Ürgüp’te
geçtiğinden dolayı gönül bağım olsa da, eleştirimi yapmadan da geçemeyeceğim.
“Lale Devri” dizisinden başlayacak olursak burada da diziye adını veren
Lale’nin, yani Emina Sandal’ın daha ilk çeyrekte diziden ayrılmasıyla kafalar zaten
baştan karışmıştı. Sonra “Yer Gök Aşk”ta Toprak’ı oynayan Selen Soyder, “Lale
Devri”ne geçiş yaptı. Bu esnada “Yer Gök Aşk”ta yalnız kalan kardeşi Havva’nın
yanına da yeni karakterler eklendi. Biri Ürgüp’te diğeri İstanbul’da geçen bu
iki dizinin bazı sahneleri ortak gösterildi. Balıkesir sınırından sonra dizi
Ürgüp’ten İstanbul’a, İstanbul’dan da Ürgüp’e taştı! Şimdilerde de diziden
Serenay Sarıkaya ayrılıyor. Lale Devri denince akla gelen ilk isim yani (Ama
eğer magazinde çıkan her haber doğruysa, ayrılsın da zaten, durup da ne yapacak
orada). Ha “Yer Gök Aşk”tan da Havva’ya hayat veren Birce Akalay ayrılacak
(-mış on bölüm sonra). Abartılı, ayılıp bayılırcasına, tiyatro
sahnesindeymişçesine “büyük” ve gözlerini aça aça oynayan Akalay, Havva’yı
değişik bir karakter yapmıştı oysaki, üzüldüm. Yahu bu yapımcılar ne yapmaya
çalışıyorlar böyle anlayabilmiş değilim? İrfan Değirmenci de sabah haberlerini
sunmayı bırakıyor, ben de blogumu yazmayacağım artık... Aman ne diyorum ben,
benim de kafam karıştı! “Ben kimim?” demeden ve varlığımı sorgulamaya
başlamadan bu sorular silsilesinin ucunu bıraksam iyi olacak galiba!
*
Ne ilginç değil mi? Şu gün şu
saatte şu yerde şu kişiyle olmasaydık, başımıza o olay gelmeyecekti.
*
Şimdi bambaşka bir hayatımız,
geçmişimiz ve geleceğimiz olacaktı.
Ama tren ray değiştirdi ve hayat
yine iyi ya da kötü devam ediyor.
Ama yine de bir anlık, sadece bir
anlık bir şeyin insan hayatına bu denli müdahale etmesi, ne ilginç değil mi?
*
Ah sevgili arkadaşlarım, ben size geçen seneden beri demiyor muydum, "Yazın çalışamayacağız, görürsünüz," diye. Siz ne diyordunuz bana? "Çalışıcam, deli gibi çalışıcam!" Şimdi aradılar beni. Çalışamadık diye. Ben de, "Ben demiştim..." dedim, haklı olarak. Yazın sıcaktı, oruçtu, şuydu buydu derken çalışılmayacağı zaten belliydi arkadaşlar. Ama merak etmeyin siz. Haftaya okullar açılıyor, her şey düzene girer. Öyle bir geçer ki bu sene, anlamazsınız valla...
*
Ha bu arada; "Öyle Bir Geçer Zaman Ki"nin modası/tadı öyle bir geçmiş ki...
*
Ağustos'ta en çok bu yazılarıma tıklamışsınız: